Geçmişten bugüne kadar, zorda kalan nice millete; kapımızı açtık, aşımızı ekmeğimizi paylaştık.
Çünkü biz, komşusu açken tok uyumayan bir Milletiz.
Ne yalan söyleyeyim, Suriyeliler akın akın ülkemize gelmeye başladığında, çevremdeki çoğu insan gibi bende çok rahatsız oldum durumdan.
“Ülke olarak ekonomik sıkıntıdayız, şimdi birde göçmenlerle ekmeğimizi bölüşmek zorunda kaldık. Hayat zaten pahalıydı, şimdi fiyatlar daha da tırmanacak” diye iç geçiriyordum.
Fakat bu bencil düşüncem uzun sürmedi.
Empati diyoruz ya hani!
Bende bu olağan dışı hal sonrasında, empati yapmaya başladım.
Eskişehir’de doğdum, üniversite hayatım hariç 24 yaşına kadar Eskişehir’de yaşadım.
Evlenip Bursa’ya yerleştim.
Çevremdeki herkes ile aynı dili konuşuyor, canım her istediğinde de Eskişehir’e gidiyordum.
Doğup büyüdüğüm şehirden sadece 150 kilometre ötedeydim.
Aynı ülke içinde komşu şehre yerleştiğim halde, ilk yıllar çok zor geçmişti benim için.
Ya Suriye’den gelenler.
Onlar, bir sabah bomba sesine uyandılar.
Her yerden üzerlerine ateş ediliyordu.
Namluyu kimin, kime, neden doğrulttuğu belli değildi.
Tam bir kargaşa yaşanıyordu.
Dost kimdi, düşman kimdi?
Hiçbir şey belli değildi.
Suriye’den zorla göç eden o insanların gözüyle bakmaya çalıştım duruma.
Önce bir tespit yapmalıyız.
Onlar savaştan kaçmadılar.
Kaçtıkları iç savaştı.
Aradaki bu farkı asla ama asla unutmamalıyız.
Nitekim 15 Temmuz gecesi, bizde büyük bir karışıklık yaşadık.
Çok şükür ki çabuk toparlandık.
O gün dışarı fırlayan askerimiz, polisimiz; emri kimden aldığını, sokakta kimin dost, kimin düşman olduğunu bilmiyordu.
Darbecilere aman vermemek için, hep birlikte meydanlara çıktık.
Kimimiz kurşun yedi, kimimiz dipçik.
Çok şükür, Milletimizin feraseti galip geldi ve el birliği ile bastırdık hain kalkışmayı.
Ya feraset sahibi asker ve polisimiz, canını hiçe sayarak sokaklara fırlayan bizler, o hain kalkışmayı bastıramasaydık ne olurdu?
Ya iç savaş çıksaydı?
Ya mülteci olsaydık?
Veee bize aşağılık birer mahlûk gibi bakılsaydı?
Hiç bunları düşündünüz mü?
Unutulmasın ki, hiç kimse toprağını bırakmak istemez.
Evinden, malından, mülkünden kopmak, koparılmak istemez.
Ama emperyalistlerin oyunları bitmez.
100 yıl öncede aynısını yapıyorlardı, bugünde aynısını yapıyorlar.
Uyguladıkları planları hep aynı; iç savaş çıkar, ülkesine kon.
Mülteci akınına uğrayan ülkelerin de, ekonomilerini zayıflat, o ülkede de karışıklık çıkart.
Bir taşla, bir sürü kuş kısacası.
Bugün Suriye var gündemimizde.
Geçmişte de başka halklar başka Milletler yaşadı bu acıları.
Hepsine kucak açtık, aşımızı ve ekmeğimiz paylaştık.
İşte geçmişteki zorunlu göç ve sürgünler;
TATARLAR;
1856 yılında Kırım Harbi sonrasında Rus Çarı Aleksander Tatarların göç ettirilmesini emretti. O yıllarda Tatarlara uygulanan baskının bugünkü karşılığı “Psikolojik harekattı” Dinlerinin, kültürlerinin, yaşamlarının tehlikede olmasından usanan Tatarlar kaçtılar. Hazırlıksız Osmanlı devletine sığındılar. Mecidiye kamplarında tatarların açlık ve hastalık yüzünden günde 50-60 kişisi can verdi.
ÇERKEZLER;
Ruslar 1864 yılında Çerkezlerin yurtlarında barınmasını imkânsız kılan bir baskı ve aşağılama politikası güttüler. O dönemde Kafkasyalılara gece vakti baskınlar adet olmuş. Uykudan fırlayan kadınlar, çocuklar kaçacak yer bulamadan öldürüldüler. Subaşı nehri kıyısında Tuba köyünden yaklaşık 100 kişi Rus askerleri tarafından öldürüldü. Ağır şartlar altında çok canlar veren Çerkezler Trabzon ve Samsun limanına geldiler. Onların topraklarına da Slavlar ve diğer Hristiyanlar yerleştiler.
ABAZALAR;
1867 de Abazalar göçe zorlandılar. Evleri yıkıldı, hayvanları öldürüldü. Ruslar binlerce Abaza’yı yurtlarından çıkarırken, önemli bir miktarını bırakarak işçi olarak kullandılar.
GÜRCÜLER;
1877-1878 yıllarında yani 93 Harbinden sonra Kafkasya’nın en eski milletlerinden biri olarak kabul edilen Gürcüler göç etmek zorunda kaldılar. Yine aynı vahşet, yine aynı zulüm ve aynı son. Bu göçlerle beraber gelen tifo, tifüs ve çiçek hastalıkları kısacası ÖLÜM, ÖLÜM, ÖLÜM.
BULGARİSTAN GÖÇMENLERİ;
1877-1878 evleri, tarlaları talan edilen, yakılan Bulgaristan göçmenleri göçe zorlandı. Kış mevsiminin ağır şartlarında tren istasyonuna ulaşabilen göçmenler ısınabilmek için birbirlerine kenetlenmiş vaziyette donarak can verdiler. Gözlemciler yol boyunca yığılmış insan cesetlerini gördüler. Bu tablo binlercesiyle uzar gider ne yazık ki!
Her yıl, ‘Ermeni soykırımı iddiası’ ile karşımıza çıkan Avrupa’ya Amerika’ya sormak lazım;
“Soy kırım o mu? Yoksa bugüne kadar Türk topraklarında kardeş olmuş Arnavut, Tatar, Çerkez, Gürcü, Kürt kardeşlerimize geçmişte ve bugün yaşattıklarınız mı?” diye.
Peki, neden biz hep sessiz kalıyoruz, neden gençliğimiz tarihini yeterince bilmiyor?
Daha kaç ulusa kapılarını açar bu Milletim, kendisi aynı duruma düşmeme dilekleri ile?
Bugün Filistin ve Uygur Türkleri, yarın kim bilir kim?
Suriyeli çocukların gözlerinde hüznü gördüm.
Onlar masum, dışlanmış.
Dil sorununu aşmak için ve eğitimde bizim çocuklarımıza yetişebilmek için harcadıkları müthiş çabayı gördüm.
Sürgün onların gözünde daha acı bir hüzün.
Hâsılı, Suriye ne ilkti nede son olacak.
Emperyalizm aynı oyunu, ısıtıp ısıtıp sahneye sürecek.