Şubat ayının son günlerinde yazmış olduğum bu yazımı, koronanın Türkiye’de görülmesiyle birlikte oluşan hızlı gündem sebebiyle paylaşamadım. Bir süreliğine bekletmeye aldım. Şimdi de sizlerle paylaşıyorum.
***
Her şey gelişim ile başladı aslında. Biz gelişimi ve özgürlüğü yanlış algıladık.
Eskiden sokaklarımızda oyunlar oynayan mutlu çocuklardık. Ne bu kadar taşıt, nede güvensizlik vardı. Su içmek istesek en yakın komşumuzdan isterdik. Bazen onların kandillerde dağıttığı hamurları, kirli ellerimizle yerdik. Yine de hasta olmazdık. Komşu çocukları kardeşimizdi bizim asla farklı düşünceler beslemez korur, kollardık.
Şimdi ilkokul çocuklarına bakınca yan yana oturmak şöyle dursun, el ele oyunlar oynamaktan kaçıyorlar. Demek ki kardeş olmayı öğretememişiz biz.
Oysa bizim sınıf arkadaşımız ailemiz gibiydi. Her zaman korur ve savunurduk.
Şimdi ise güvensizlik sebebiyle cinsel farklılıklar çok erken aşılanmış. İstemeden de olsa yabancılaştırmışız birbirimizi. Eskiden mahalle futbol takımları vardı. Aynı mahalle gençleri antrenör büyükleri eşliğinde birlik olur, hem enerjilerini atarlar, hem de tatlı bir denetim mekanizması sağlanmış olurdu.
Evlerimiz küçük ama sıcaktı.
Şimdi evlerimiz büyüdü ve gelişti. Birçoğumuz sitelere yerleştik. Aynı çatı altında birbirleriyle tanışmayan, bazen gördüğünde selamı bile çok gören komşular olduk.
Aile baskısı ve öğretmen baskısıyla yetişen biz dedik ki; çocuklarımız bizim gibi olmasın onlar özgür, kendini rahat ifade eden bireyler olsunlar.
Peki, biz kötümü yetiştik?
Şimdi; çocuklarımızı cam fanuslara koyduk.
İyi mi oldu?
Evlerimize ekmeğimizi kapıcılar getirdi. Çöpümüzü onlar attı. Aman çocuğum sokaklar çok güvensiz dediğimiz çocuklarımız hiç sorumluluk alamadı.
Evdeki tek sorumluluğu “aman ders çalış” oldu.
Anne babanın yeterince iletişimde bulunamadığı, paylaşımlar yapamadığı çocuklar okullara gönderildi.
Kendini bir türlü anlatamayan, enerjisini doğru kanalize edemeyen çocuklar büyüdü, okullarda ya da dış çevreyle bağlantılı çeteler oluşturdu.
Ailelerin bir türlü anlayamadığı çocukları, okullarda sorunlara yol açmaya başladı. Bu seferde en kolayı yapıldı.
Okul suçlandı, öğretmenler suçlandı.
Sonra çıktık çocuklar çalıştırılmasın dedik.
Amaç çocuklarımızı çevreden gelebilecek tehlikelerden korumaktı.
Onları evlere kapattık.
Ama bu bize bambaşka bir tehlike getirdi!
Şiddet içerikli bilgisayar oyunlarından başını alamayan sorumsuz gençlik edindik.
Oysa bugün ülkemizde başarılı olmuş birçok insanın yaşam hikâyesini okuduğumuzda aile büyükleri veya yakınlarının yanında çocuk yaşta çalıştığını görmekteyiz.
Sonra köylerimizi yok ettik.
Köy olmak ile mahalle olmak arasına sıkışmış yerleşim yerleri oluştu. Hemen hepimiz hayatında bir kere olsun köye giderek oradaki yaşamı gördük. Köylerde hayvanları tanır, tarımı ve köy kültürümüzü öğrenirdik. Artık köy kültürümüzü de yok ettik. Sınıfta domatesin nasıl yetiştiğini bilmeyen çocukların, saksıda domates yetiştirme sevinçlerini, hüzünle gördüm.
Okullarımıza çocuklarımızı gönderirken aman yorulmasın, zarar görmesin diye servislerle göndermeye başladık.
Bunun sonucu olarak metrolarda, otobüslerde yetmiş beş yaşındaki teyzelere yer vermeyen, kulağında kulaklık, gözü camda umursamaz gençler yetiştirdik.
Fanusun içindeki çocuklar mutsuz, üretmekten yoksun, bunalımlılar.
Bırakalım eğitimi, okulları ve çocukları suçlamayı. Kıralım artık fanusları çıkaralım çocukları. Teknolojiyi, işi gücü bir kenarda tutalım.
Bu çocukları akrabalar ile kaynaştıralım, beraber top oynayalım, uçurtma uçuralım, bulabildiğimiz bir avuç toprak varsa ekelim.
Herkes payına düşeni yapsın.
Yoksa daha çok şiddet haberleri okumaya devam edeceğiz.
Sorumluluk alma yeteneği kazanamamış gençlerimizi sırtımızda yük olarak taşıyacağız.