Bir canlıdaki yaşam belirtileri nelerdir? Yani can taşıyan varlıkların hayatta olup olmadığı nasıl anlaşılır? Bitkilerin yapraklarına ve dallarına bakarız. Renkleri ve şekilleri düzgünse, üzerlerinde zarar vereceğini düşündüğümüz mantar ya da böcek gibi unsurlar yoksa ve zamanında çiçek açıp meyve veriyorsa büyüyorsa canlı olduğunu biliriz. Hayvanlarda ve insanlarda ise durum biraz daha karmaşık bir hal alıyor. Devreye vücut ısısı, kan basıncı, nabız, solunum ya da bilinç durumu gibi çok daha karmaşık ve tıbbi konular giriyor. Düzgün soluk alıp verebilen, bilinci yerinde olan, kan değerleri düzgün bir hayvan yiyecek ve su ihtiyaçları giderilip sevgi dolu bir ortamda var olduğu sürece mutlu ve huzurlu yaşıyor olarak nitelenebilir. Peki, aynı durum insan için geçerli midir?
Her gün ısrarla yeniden doğan bir güneşe uyanıyoruz milyonlarımız. Bazılarımız şanslı. Bir yerimiz ağrımadan rahatça nefes alabiliyoruz. Kalbimiz çarpıyor. Bilincimiz yerinde. Yani hayattayız. Sadece vücut değerlerimizin düzgün olması mutlu olmamıza yetseydi, dünyanın temiz suya ve yiyeceğe ulaşamayan milyonlarının yanında bunlara ulaşabilen milyonların sürekli mutlu yaşıyor olması gerekmez miydi? Ama öyle olmuyor. Her geçen gün daha mutsuz, daha fazla takıntıları olan ve ne istediğine bir türlü karar veremeyen milyonlara dönüşüyoruz. Aslında beslenmesi gereken bir ruhumuz var, sürekli çığlık atıyor biz ne kadar bastırmaya çalışsak da… Neden dünyaya geldiğimize ve hayatta var olma amacımıza dair sorular biz onların farkında olmasak da sürekli kafamızda dönüyor. Beynimiz hiç durmuyor. Yaşıyor olmanın gereği olan insani ihtiyaçlarımızı göz ardı ettiğimiz ya da mecburen bastırdığımız için yaşayan ölülere dönüşüyoruz.
Bir insanın nefes alıp veren, hareket eden ve gündelik zorunluluklar dışında başka bir şey yapmayan bir robota dönüşmesini adım adım takip edebiliriz. Su ve yemek gibi fizyolojik ihtiyaçları karşılanan insanın ruhuna yönelebilmesi için güvenlik ihtiyacının karşılanması gerekiyor öncelikle. Evinde, işinde ya da sokakta kendini güvende hissetmeyen bir insanın iç huzuru ile yeni bir fikir ya da gelişmeye ön ayak olması mümkün olmuyor. İnsan daha başka ihtiyaçlarına doğru adım atamadan daha güvenlik noktasında tıkanıyor. Korku bütün duygulardan baskın çıkıyor ve korku ile tamamen kendisine çizilen güvenlik çemberi içindeki hayatı yaşamaya başlıyor insan. O çemberin dışına çıkmayı düşünemiyor bile. Çemberi geçtiği anda zarar göreceğini biliyor. Korku mantığı yeniyor. Sürekli korku ile yaşamak insan doğasına ne kadar uygun? Korktukça tutsak, umut ettikçe özgür olan insanoğlu bu çemberin içinde nefes aldığı için yaşadığını sanıyor.
Bir şekilde korkuyu yenebilen insanlar oluyor tabi. Güvenliklerini sağladıklarına inandıkları gruplar, topluluklar veya özel korumalara alınmış sahalarının içinde kendilerini özgür hissedebilen insanların diğer ihtiyaçları ortaya çıkıyor. İçinde bulundukları toplumda sosyalleşme ve saygınlık edinme ihtiyaçları var insanın gerçekten yaşadığını hissedebilmesi için. Toplumun, ya da önem verdiği ve kendisine önem vermesini istediği insanların dayattığı değerler ve kurallar bütünüyle; aklı çatışan insanoğlunun en çok robotlaştığı kısım burası. Kendisine ters gelse de toplum tarafından dışlanmaktan korkan insanın susmaya başladığı bölüm burası. Bir süre sonra kimsenin dinleyip değer vermeyeceği fikrini kabullenip kendi özgün fikirlerinden vazgeçtiği ve kendini akışa bıraktığı nokta… İnsanların kendisine saygı duymalarını ya da toplum içine kabul etmelerini umarak kendisine ters gelse de maskeler takıp dolaştığı bölge. Kendisinin kim olduğunu keşfetme yolunda ilerlemesi gerekirsen bir süre sonra kim olduğunu tamamen unuttuğu ve bir daha bulmak için çabalamadığı nokta. Bu noktada direnmek yalnızlığı kabul etmek demek oluyor. Tarihe baktığımızda kalıpları kırarak kendi mantıklarını anlatmaya çalışan tüm insanların yalnızlığına şahit oluyoruz. Yalnız insan kendi özgüvenini sürekli kendisi ayakta tutmakla sorumlu olan insan demektir. Zordur, yalnızlık hep zordur. Çoğu zaman yalnızlığı göze alamayan insan kalabalıkların içinde ufacık bir nokta olur ve susar.
Korkuyu ve yalnızlığı yenen insanlar ise kendini gerçekleştirme noktasına ulaşmış insanlardır. Bu insanlardan muhteşem sanat eserleri, bağımsızlık öyküleri, başarı hikâyeleri doğar. Gözyaşlarında, sinirinde, isyanında, tepkisinde ya da mutluluğunda; bu insanların her anında yaşamı hissedersin. Yaşamak; bir şey düşünmeden ya da rutinin içinde savrularak uzun yaşamak mıdır yoksa yaşamanın anlamını en iyi şekilde anlamış olmak mıdır? Hayatın anlamına dair en güzel sözlerden biridir belki yazar Joseph Compbell’ın “Bu dünyaya gerçekten yardım etmek istiyorsanız, yapmanız gereken şey dünyada nasıl yaşanacağını öğretmektir.” sözü… Tabi önce insanın başını kaldırıp, suratındaki umutsuz ve mutsuz ifadeden çıkarak bambaşka bir dünya olabileceğini hayal edip, kendisinin bu yolu keşfetmeye değer bulması kaydıyla…