Düşünebilmek, muhakeme yapabilmek ve değerlendirebilmek insanoğluna özel en kıymetli ama bir o kadar da korkutucu özellikler. “Neden korkutucu?” diye sorulabilir. Çünkü; düşünmek fiili harekete geçme noktasına geldiği zaman vicdan ve samimiyet ile yol arkadaşlığı yapmıyorsa o zaman büyük bir silah haline dönüşebiliyor. Samimiyet çerçevesinde kurgular ve yalanlar devreye girmeyeceği için sadece yürekler konuşur. Ne yazık ki yüreklerini konuşturmaya ise birçok insanın yüreği el vermez.
Gerçekten tek başımıza kalıyor muyuz hiç? Ama gerçekten tek başımıza… Sadece çevremizde kimsenin olmamasından bahsetmiyorum. Televizyon izlemeden, kitap okumadan, yemek yapmadan, çalışmadan ya da telefonlarımızla oynamadan. Yani hiçbir şey ile uğraşmadan kendi düşüncelerimizle baş başa kalıyor muyuz? Tek başına kalmak kişinin kendi düşünceleriyle ve mutlaka kendi vicdanıyla başbaşa kalmasıdır. Kalsak neler olurdu acaba?
İnternette gezinirken paylaşılan, engelli ya da ihtiyaçlı bir insanın resmine bakıp halimize şükredelim dediğimiz; başka bir paylaşıma geçtiğimizde az önce kendimize şükür malzemesi yaptığımız bu durumu tamamen unuttuğumuz için kendimizi sorgular mıydık? Sokakta gördüğümüzde uzun uzun gözlerimizi dikerek baktığımız. Zaten zor olan hayatlarını daha da zorlaştırmak için dışladığımız. Yakın çevremizde yaşamadığımız sürece, anlamak için en ufak bir çaba göstermediğimiz insanlara; kendimizden daha şanssız gördüğümüz için, çoğu zaman sadece acıma ve vicdan rahatlatma sebebiyle sevgi gösterisi yapmanın, samimiyet ile bir alakasının olmadığı açıktır.
Konu sevgiye gelmişken biraz da sevgilerimizdeki samimiyeti gözden geçirelim. Hazır kendi kendimizle başbaşa kalmışken buradaki gerçek de olduğu gibi karşımıza çıkacaktır. Yan yana olmaktan en ufak bir mutluluk duymadığımız; sevmek şöyle dursun kendileri ile konuşmanın selam vermenin bile zor geldiği kaç kişi ile yaşıyoruz?
Samimiyet kişinin içini şeffaf bir şekilde karşısına açmasıdır. Çok az insanda bunu bulmak mümkün olur. Daha fazla yaşanan karşısındakinin güvenini kazanmak, çıkarlarını korumak ya da sevse de sevmese de çevresindeki insanları kaybetmemek adına büyük bir saklanışın içinde olmaktır. Öyle ki; böyle bir maskeyi kişi bütün bir ömrü boyunca taşır ve en yakınları bile gerçek yüzünü asla bilmeden dünya sahnesinden gider.
Kendi başımıza kaldık diye fazlaca mı yüklendik acaba kendimize… “Olması gerektiği gibi” yaşamak zorunda kalan insanların nasıl olup da samimi olabileceğini de sorabilirsiniz. Doğrudur. Samimi olarak istemediğimiz, sevmediğimiz ya da umurumuzda olmayan durumlara karşı, içinde yaşadığımız toplumun dayattığı şekilde tepkiler vermediğimizde bir de dışlanmış oluyoruz. Gerçekten zor bir durum samimi olmaya çalışmak.
Herkesin samimi olduğu bir dünya tüm gerçeklerin ayna gibi karşımıza çıkacağı bir dünya olacağı için insanlar çoğu zaman samimi olmamayı tercih ediyorlar. Gerçeklerin kırıcı olacağı endişesi ya da kişinin çıkarlarına ters düşebileceği düşüncesi bütün samimiyeti engelliyor. Ama atlanan bir nokta var. Eninde sonunda gerçekler her zaman ortaya çıkıyor. Hal böyle olunca bu durum sadece kaçınılmaz sonun ertelenmesi haline geliyor. “Bir başınayken her insan içtendir.” der Dr. Emerson; “İkiyüzlülük, ikinci bir kişinin içeri girmesiyle başlar.”