Nasrettin Hoca’ya sormuşlar:
– Kimsin?
“Hiç” demiş hoca. “Hiç kimseyim.” Dudak büküp önemsemediklerini görünce bu defa Hoca sormuş:
– Sen kimsin?
“Mutasarrıf” demiş adam kabara kabara. “Sonra ne olacaksın?” diye sormuş Hoca.
– Herhalde vali olurum.
– Daha sonra?
– Vezir
– Daha daha sonra ne olacaksın?
– Bir ihtimal sadrazam olabilirim.
– Peki, ondan sonra?
Artık makam kalmadığı için adam boynunu büküp son makamını söylemiş: “Hiç.”
– Daha niye kabarıyorsun be adam! Ben şimdiden, senin yıllar sonra gelebileceğin makamdayım: “Hiçlik makamında!”
Bu kısacık hikâyenin verdiği dersi sayfalarca anlatsak yetmez. Hiç kelimesi aslında dilimizde olumsuz bir kelime… Hikâyede Hoca’ya ilk tavırda hiç tanımının küçük görülmesi bundan kaynaklanıyor. Hiç, değersizlik hissi veren bir kelime… Peki; Hoca neden hiçliğini övüyor dersiniz?
Hiç olmak kendini değersiz hissetmek değil, hayattaki gerçek yerini bulma çabası... Tam tersine içindeki zenginlikleri keşfetmek… İnsanın ne kadar hiç olduğunun farkındalık yolu bu. Öğrendikleri çoğaldıkça ne kadar az bildiğini fark etmek, işinde yükseldikçe daha hoşgörülü daha özenli, daha adaletli olması gerektiğini algılamak ve asıl kirliliklerin dışta değil kalpte olduğunu anlamaktır. Toplum içindeki kimliği ne olursa olsun kendi hiçliğini, küçüklüğünü fark etmektir. İnsanın olgunlaşma seviyesine göre gösterdiği becerileri; özveri, sadakat gibi özellikleri artık onunla bir olmaya başlar.
İnsan zaman zaman kendini yaptığı işlerde ya da bulunduğu konumda çok önemli ve vazgeçilmez görmeye başlayabiliyor. Buna kendimiz sebep olabileceğimiz gibi, çevremizdeki insanların fazla alkışları ya da bize karşı fazla övgüleri de yol açabiliyor. Her insan böyle bir hissin büyüsüne kapılır. Aranmak, sorulmak, övülmek, beğenilmek, sözünün dinlenilmesi, senden akıl alınması ya da yaptıklarının takip edilmesi her insan için muhteşem bir durum. Bu durumdan hoşlanmayacak bir insan olması zor. Bu noktada insanın farkına varması gereken şey ise tüm bunların bir yanılsamadan ibaret oluşu… Aslında varlığının bu hayattan ayrılması, yok olması durumunda zannettiği gibi bir şeylerin durmayacağının; hayatın aynı hızla akmaya devam edeceğinin bilincine ulaşma hali…
Oturduğumuz noktadan gökyüzüne doğru yükseldiğimizi varsayalım. Önce uzun bir binanın tepesinden bakalım. Sonra bir uçaktan ve en sonunda da yerkürenin dışından… Sık sık hatırlanması gereken bir nokta orası. İnsanın aslında ne kadar küçük olduğunu, “hiç” olduğunu fark etmesi için oturduğu noktadan kalkıp kendine çok uzaklardan bakması gerekiyor. Hiçliğini fark eden insan bu bilginin verdiği tevazu ile birlikte yaşıyor, kendini ve haddini biliyor; hayatına asla anlamsız gurur, kibir ve bencillik sokmuyor.
Çevremizde kendini sizden daha değerli gören ve daha önemli işler yaptığını düşünen insanlar mutlaka vardır. Her gün böyle insanlarla iç içe yaşıyoruz. Ama bu işin çok açık, net görünen yüzü… Böyle bakıldığında bir insanın kendini tanımlarken ben alçakgönüllü bir insanım demesi bile; aslında o insanın kendini beğenmişliğinin ve kendini çok önemli bir yerde görmesinin bir işareti haline geliyor. Oysa her insan; nerede yaşıyor, ne iş yapıyor, kaç yaşında, hangi ırktan ya da hangi eğitim seviyesinden olursa olsun bizden bir fazla. Çünkü bir insan ömrü; her insanın yaşayacağı her deneyimi tecrübe edemeyecek kadar kısa. Ve hayat da hiç birimizin varlığıyla akmıyor.
İnsanoğlu ancak; hayatının geçici olduğunu, sadece güzel anların, yarattığı güzellik ve iyiliklerin kalıcı olduğunu anlarsa dünya gerçekten huzurla yaşanabilir bir cennete dönüşür. Bu kalp zenginliği yolunda çabalamış yüzlerce gönül insanı gibi Yunus Emre’de konuyu muhteşem özetlemiş.
Dünya Kimseye Kalmaz, bir misafirhanedir, arifler ana dalmaz, bilir ki efsanedir
Ne ekersen biçersin, döktüğünü içersin, bir gelirsin bir geçersin, gerisi bahanedir
İnsanlıktan sen çıkma, dost kazanmaktan bıkma, gönül yap ama yıkma, çoğu bir kâşanedir
İyilik yapmaktır kârın, kalır ancak o varın, öleceksin sen yarın, anla bak dünya nedir...