Hafta içinin koşturma içinde geçen günlerinde pek de mümkün olmayan bir keyfi yapmak için, evimizin yakınındaki fırına uğradığım bir sabah; üzerine yazı yazmaya değecek bir cümle hatırlatıldı bana. Tezgâhtaki birbirinden nefis gözüken poğaça ve böreklere bakarken fırın çalışanlarının arka tarafta kahvaltı ettiklerini fark ettim ve rahatsız olmamaları için afiyet olsun dedim. Devamında ise o muazzam cümle geldi. “Buyurun, hep birlikte olsun…”
Büyük bir samimiyetle söylenmiş olan söze teşekkür ederek dışarı çıktım ama aklım ve kalbim fırının orta yerinde kaldı. Hem paylaşmak hem de birlik olmak üzerine yoğun ve uzun düşüncelere daldım. Milyonların tek başınalık hissi ile boğuştuğu dünyada tek cümlelik ilaç sunulmuştu önüme…
“Yumurtamız kalmamış koş kızım komşudan iste” günlerinden adım adım birbirini hiç tanımayan, selam bile vermeyen komşular dönemlerine geçtiğimiz yıllardayız. Oysa “ekmeğini yalnız yiyen, yükünü yalnız taşır” diyen ataların çocuklarıyız bizler. Bu duruma sebep olan birçok etken olduğu kuşkusuz… Sebep ne olursa olsun sonuç; hep nedenini bilemediğimiz karamsarlık, mutsuzluk ve boşluk hissi.
Paylaşıp birleşmeye çalışmak şöyle dursun; her geçen gün daha fazla ayrıştıracak öğeler bulma konusunda son derece yaratıcı bir hale geldi insanlık. Doğduğun coğrafya kaderindir mantığından bir adım uzaklaşamayan insanlık; dil, din, ırk, renk gibi bölünmelere son derece yaratıcı yeni bölenler ekliyor her gün. Dünyamızın bize çığlık çığlığa birlikte hareket etme ve el ele verme çığlıklarına karşılık bizlerin bunca acıya rağmen pek de akıllandığımızı söyleyemeyiz. Bizim coğrafyamız için konuşacak olursak; Yunus Emre’nin “bölüşerek tok oluruz, bölünerek yok oluruz” sözünden oldukça uzakta olduğumuzu söylersek pek de ters olmaz.
Ne de çok sever olduk ayrışmayı. En başarılı olduğumuz konulardan biri oldu. Her konuda bizler ve ötekiler olarak ayrılabiliyoruz birbirimizden. Bu konuda sürekli yaratıcı ayrılma noktaları yaratmakta çok da başarılıyız. Üstelik bunu yaparken de karşımızdakinin nedenlerini dinlemek, anlamaya çalışmak ya da ortak noktada buluşmak gibi bir kaygımız da olmuyor. Tercih edilmiş bir dışlama, müthiş bir önyargı ve kimi zaman nefrete kadar giden ve farkında olmadan hem bizi zayıflatan, güçsüz bırakan hem de hasta eden duyguları içimize alıyoruz.
Bizim gibi düşünmeyen, bizim gibi giyinmeyen, bizim gibi görünmeyen, bizim gibi konuşmayan ya da bizim inandıklarımıza inanmayan insanlar ile yaşamak… Katlanılması gereken bir durum mu, yoksa aslında biz farkında olmadan hayatımızı yaşanabilir kılan renkler mi? Birini diğerinden üstün kıldığına inandığımız özellikler ve düşüncelerin kıstaslarını belirleyenlerin kendi özgür zihinlerimiz olduğundan ne kadar eminiz? Ve bir masaya oturup “hep birlikte olsun” derken bunlar ne kadar önemli…
Bir Çin atasözü “Dünyada kusursuz iki insan vardır.” der “Biri ölmüştür, biri ise henüz doğmamıştır.” Mutlak doğru, biricik bir güzellik ölçüsü ve hatasız bir canlı olmayan bir dünyada yaşıyoruz. Mutsuzluğa ve güçsüzlüğe iten tüm ayrıştırmaların bizler için her açıdan ne kadar yok edici olduğunu görmekten henüz çok uzak olan insanlık; bunu bir gün anlar mı? Ancak başka bir çaresi olmadığını anladığında dünyadaki cennetini kuracaktır…