Milattan Önce 429’dan günümüze kadar bulaşıcı hastalıklardan kaynaklanan ana salgınlarda yarım milyardan fazla kayda geçmiş ölüm var. Kalp hastalıkları, alerjiler, kanser, diyabet gibi aslında öldürme oranı çok yüksek ama bulaşıcı olmadıkları için aynı panik etkisini yaratmayan hastalıklar bu sınıflandırmaya girmiyor. Bulaşıcı hastalıklar içinde çiçek hastalığı, sarıhumma, tifüs gibi daha bölgesel etki edenler olduğu gibi; veba, kolera, HIV gibi tüm dünyaya yayılan ve tarihin akışını değiştiren salgınlara sebep olanlar da var. Öyle ki kimi salgınlar bazı ülke ve bölgelerde toplam nüfusun %30 ila %80 inin ölümüne sebebiyet vermiş.
İnsanın durup düşündüğünde; gözle göremediği kadar küçük bir virüsün insanlık tarihini nasıl değiştirdiğini görüp etkilenmemesi mümkün değil. İnsanoğlu her zaman kontrolü dışında olan durumlardan hem etkilenmiş, hem de korkmuş. Gerçekten çok korkutucu… Çaresizlik ve bilinmezlik her zaman muhteşem bir korkuyu da beraberinde getiriyor.
İlacı ve aşısı hiçbir zaman bulunamamış, birçok bulaşıcı hastalıktan hızlı yayılan bir salgın: “Korku”
Aslında tüm duygular da hastalıklar gibi bulaşıcı. Ancak bulaşma dereceleri farklı. Hemen yanı başımızda neşeli bir insanın mutlu ruh hali bizi bir derece etkilerken, bir sebepten korku duyan kişinin etkisi çok daha fazla oluyor. Bazen de doğruluğuna inandığımız bir konuyu savunabilmek için yanımıza bizden daha cesur birini arıyoruz, ondaki cesareti kendimize bulaştırabilmek için…
Peki, bizi en çok yıpratan, bir şeyler yaşamaktan alıkoyan, aklımızın düzgünce çalışmasını engelleyen ve aşırı olduğunda bizi hasta eden en bulaşıcı duygunun korku olduğunu söyleyebilir miyiz acaba?
Korku tüm insanlarda var olan doğal bir tepki, bir duygu… Her ne kadar kültürel etkenlerle, yetiştirilme tarzıyla, içinde yaşadığı dönemle ya da çevresel faktörlerle değişim gösterse de her insan korkar. Kimi insanlar korkuları ile nasıl baş edebileceğini çözebilirken, kimileri korkularının esiri haline gelirler. Aşırı korkan bir insanın hayatını istediği gibi yaşayabilmesi beklenemez.
İnsanlar görünen ya da görünmeyen tüm tehdit ve tehlikeler için doğal ve gerekli bir tepki gösterir ve korkarlar. Korku insanın kendini koruma mekanizmasının da bir parçası olarak görülebilir.
Peki korkularımız ne zaman kendimizi koruma mekanizması olmaktan çıkıp hayatlarımızı kontrol etmeye, hatta bir adım daha öteye geçerek çevremizdekilere bulaşmaya başlar?
Aşırı korku, aklın sağlıklı çalışmasını engellerken devamında panik ve hataları da beraberinde getirir. İşte belki de o zaman asıl korktuğumuz durumun içine kendi kendimizi sokmuş oluruz. Korku insanlar arasında üretilerek yayılmaya başlamasıyla birlikte daha kısıtlayıcı, daha boyun eğici ve daha kabullenici insanlar üretmeye başlıyor. İletişim dediğimiz muhteşem ağlarımız çoğaldıkça daha ürkütücü senaryoları birbirimizle paylaşır hale geliyoruz.
Sebebi ister virüs, ister savaş beklentisi, ister bambaşka gizemli, beklenmeyen bir sebep olsun; ortaya çıkan ve yayılan korku aslında insanı daha düşünceli, daha kendini keşfetmeye dönük, daha paylaşımcı kısaca daha insancıl hale getirmesi gerekirken tam tersi etkiler yaratıyor.
Bugünlerde konumuz başa çıkamadığımız bir virüs…
Giovanni Boccaccio’nun 1300’lerde büyük Veba Salgını ile ilgili yazdığı: “Can kaygısına düşen, ölüm korkusuyla bunalan insanlar sosyal hayatın zaruri kıldığı son görevlerini de unutmuşlardı. Komşuluk, dostluk, hatta akrabalık bağları, nezaket, merhamet ve yardımlaşma gibi faziletler kısa sürede bütün değerlerini yitirdiler. Anne babalar, evlatlarını, çocuklar anne babalarını, kardeşler kardeşleri, karı kocalar birbirlerini arayıp sormaz oldular.” sözleri hala geçerli mi?
Siz ne dersiniz?