Hiç beklemediğimiz, ummadığımız bir anda hayatımızda güzel bir gelişme yaşadığımızda rüya gördüğümüzü düşünüp, gerçek olup olmadığını anlamak için yanımızdaki insana dönüp “beni çimdikler misin acaba rüya mı görüyorum” deriz. Bizler belki de ne yaşadığımızı anlayabilmek için acı çekmeye ihtiyaç duyuyoruz.
Her şeyin yolunda gittiğine inandığımız vakitteki; umursamaz, kaygısız ve rahat halimizi uzun süre yaşayamamamızın nedeni belki de budur. Dünyadaki barış dönemlerinin kısalığı, yarınımız hep garantideymiş gibi birbirimizi hoyratça hırpalamamız ya da en basitinden hastalanıp acı çekmeden kendimize bakmamamız her şeyi acı sayesinde fark ediyor olmamızdan olabilir.
Aslında hayata bu çerçeveden baktığımız zaman acılarımıza bir miktar haksızlık ettiğimizi bile düşünebiliriz. Sokağa çıkıp önümüze gelen herkese acı çekmeyi sevip sevmediklerini sorsak eminim ki kimse acı çekmekten hoşlandığını söylemeyecektir. Bu durum da normal karşılanır. Kişinin acı çekmeyi seviyor olması ciddi bir psikolojik rahatsızlık göstergesidir. Kimse acı çekmeyi sevmez ama belki de insan acılarıyla barışmayı öğrenebilir.
Acı olmasaydı, tatlı bu kadar tatlı, neşe ve huzur bu kadar kıymetli olmazdı. İnsan unutabilmeyi başardığı için acıları da unutabiliyor. Bu durum belki de hayatına devam etmesi için olmazsa olmaz bir koşul. Bu noktada sorun yaşadığımız acıdan çıkarttığımız anlamı unuttuğumuzda başlıyor. Hayatta tat aldığımız her şeyin kıymetini yokluğunda çektiğimiz acı ile biliyoruz. Bunun için bir miktar bakış açımızı değiştirmeye ihtiyacımız var belki de…
Acılarımız aslında kendimizi tanımamızı sağlayan en büyük yardımcılarımız. Birçoğumuz hasta olup ya da yaralanıp acı çektiğimizde vücudumuzun uzuvları olduğunun, organlarımızın ne kadar ilgiye muhtaç ve hassas olabildiklerinin farkına varıyoruz. İster çocuklarımız ister çevremiz ya da başkaları için yaşıyor olalım; bizim için en önemli konu işimiz, gezmemiz, sosyal faaliyetlerimiz olsun önceliğimizin hep kendi bedenimiz olduğunu bize hatırlatan tek gerçek acılarımız. Özgürce yemek yiyebilmenin ne kadar güzel olduğunu anlaman için; ara sıra miden sana bu özgürlüğü kaybettiğinde yaşayacağın hayatı gösterecek kadar acı vermeli midir?
Kavuşmanın güzelliği özlemenin acısıyla, sağlığın güzelliği hastalığın acısıyla, başarmanın güzelliği çok yorulmanın acısıyla ya da barışın güzelliği savaşın acısıyla mı ancak anlamlı bir hal alıyor?
Acı çekmeyi sevmiyoruz ama; ancak acı çekerek mi anlıyoruz, değişiyoruz, cesaret buluyoruz ya da mutlu oluyoruz? Yetenekleriyle, ortaya çıkarttıkları eserlerle yıllarca yaşayan isimlerin çok büyük acılar çekerek yaşamış olan insanlar olduğunu görüyoruz. Olumsuz koşullarla mücadele eden ve bir şekilde acılarını kontrol altına almayı başararak atlatan ve yaşamaya devam eden insanların daha güçlü ve daha yetenekli olmak zorunda kaldıkları sonucunu çıkarabilir miyiz?
Ne şekilde olursa olsun her insanın acı çekeceği bir gerçek... Bundan kaçınma şansımız yok. Ama acılarımızdan yakınmak ya da acılarımızla barışmak bizlerin tercihi gibi görünüyor.
Leonard Cohen’in dediği gibi, her yerde çatlaklar var. Ama ışık ancak böyle içeri girebiliyor. Tek yapmamız gereken çatlaklara değil, ışığa odaklanmak…