Bir Aşk Hikâyesi“Canım kardeşim. Öncelikle merhaba. Nasılsın? Çocuklar nasıl? Yasemin’den bir haber var mı? Aradan çok uzun zaman geçti.Nasıl oldu da, tüm bunlar böyle oldu? Ben hâlâ bunu algılayamıyorum. Herkesin kalbini kırdım. Kendim de az acı çekmedim.Beni bu kadar olaydan sonra kabul eder misiniz bilmiyorum?Bunu Allah biliyor. Dönmek istiyorum. Herkesi çok özledim. Dönmezdim. Ama artık dayanamıyorum. Annemi, seni, Zehra’yı çok özledim. Biraz da devam ederse, öle bilirim. Sen bir evdekilerin düşüncesini al, bak bakalım, onlar benim dönmeme ne diyorlar? Senden acil cevap bekliyorum. Kardeşin Hamit.”Samit, yirmi yıldır hiçbir haber alamadıkları ağabeyi Hamit’ten aldığı bu küçük mektubu okuduktan sonra bir süre evde düşünceli düşünceli dolaştı ve hiç kimseye mektupla ilgili tek kelime söz etmedi.Demek ki, böyle… Hamit dönüyor… Samit biliyordu, daha ilk baştan bu olayın sonunun böyle biteceği içine doğmuştu. İçi doldurulmuş balon gibi ne zamansa bu olayın da yatışacağını biliyordu.Eninde sonunda… “Kimden başlayayım? Bu haberi ilk kime söyleyeyim? Demek gerek mi? Anlamı var mı? Babam sağ olsaydı, acaba ne yapardı? Bilmiyorum, bilmiyorum…Samit, kafasını salladı. Dışarı bir şey yansıtmasa da içinde seviniyordu. “Şimdi durup dururken bu serseri niye aracı olarak beni seçmişti ki? Bu kadar zaman geçmişti.Ben, ne yapa bilirdim ki?” diye düşünüyordu.Samit ve Hamit öz ve öz kardeştiler. Hamit büyük kardeşti, Samit de küçük...Samit, yumuşak başlı biriydi, herkesle iyi geçinirdi. Hamit belâlı bir tipti…Daha ortaokulda okurken bile bir türlü yola gelmezdi. Bir de, “Düzünekulu” diye bir mahlası vardı. Ölse bile illaki doğru sözü söylerdi. Üniversitede okurken dekanının bir yalanını ifşa etmişti, üstelik tüm sınıf arkadaşlarının yanında.“Siz kendiniz bize söylediniz yarın ders yok diye. Haşim öğretmenin kendisi ne ki, dersi de ne olsun?” Kocaman sınıfa ölü bir sessizliği çökmüştü. Bu sözleri söylemesinin nedeni dekanları Eldar hocaydı. O, okula gelip gelmeyenleri kontrol etmek için Hamit’lerin sınıfına girince herkesi yerinde görüp, ağzını eğerek neredeyse şöyle gevelemişti:“Sizi gidi sizi…Hani hiç kimse derse gelmek istemiyordu?Hamit de, ayağa kalkarak dekanın yalanını ortaya dökmüştü. Haşim hoca kıpkırmızı kızarsa bile her zamanki yumuşak tebessümü yüzünde kafası ile dekana “uyma”, diye işaret verdi. O da “güya” uymamıştı, sırıtarak yüzünü Hamit’e dönerek:“Sende olan hayâl dünyası kimde var?...” dedi.Hayâl dünyası kimde olsa, ne olurdu onu kimse bilememişti.Eldar hoca, cümlesini tamamlamamıştı. Haşim hocayı odanın bir köşesine çekerek gizlice ona bir şeyler söyledikten sonra dönüp kimsenin yüzüne bakmadan odadan çıkmıştı.Bunun sonucu ise sömestr bitmeden belli oldu… Sınav döneminde Hamid’in peş peşe aldığı düşük puanlar.Sonuncu kötü puanı Haşim hoca utanarak, gözlerini ondan kaçırarak yazdı.Bu da, Hamit’in 3. sınıf bitmeden Üniversiteden atılmasına neden oldu!... Babası, akrabaları, tanıdıkları araya kimi sokarlarsa soksunlar, Eldar hocayı ikna etmek bir türlü mümkün olmadı. Hamit’in rahmetli babası o zaman Hamit’e, “Düzünekulu, gel, seni götüreyim dekan, hocadan özür dile, pişmanım de” diye çok yalvardı. Ama Hamit inadından bir türlü vaz geçmedi.*** Evde herkes kendini babasının Hamit’in yüzünden öldüğüne inandırmıştı. Peki, üniversiteden atıldıktan sonra kendine iş aramak, yeniden eğitimine devam etmek konusunda düşünmek yerine, bu adam ne yapsa iyi? Birkaç gün oraya buraya gidip geldikten sonra gelip evde herkese, evlenmek kararı aldığını söylemişti! Hayatının tek anlamına bulmak her insana nasip olmaz, demek ki.Bu olay milyonda bir insanın başına gelir. Babası ise herkesin yanında ona; “daha çok yeni tanıştınız, iyi düşün”, demişti. Hamit ise babasına düşmanıymış gibi bakarak sinirli sinirli:“Bunun hiçbir anlamı yok. Doğru insanı tanıyalı gün olmuş, yıl olmuş, hiç fark etmez…” demişti. Babası söylediğine söyleceğine pişman olarak kafasını önüne sallayarak susmuştu… Bir daha kimse Hamit’e bir şey sormamıştı. Onun “Hayatının Anlamı”nı iki gündü tanıdığı belli olmuştu. Annesi de bu duruma şaşıp kalmıştı.O yıllar bağımsızlığın yeni ilan edildiği dönemdi. Türkiye’ye gidiş geliş daha rahattı. Zengin akraba arayışları bazıları için zor olsa da, bazıları da bunun manevi ve gerçek zevkini tatmaya başlıyordu. Hamit’lerin ailesi bu “bazı” ailelerdendi. Babası Cebi’nin 2. Dünya Savaşı’nda Almanlar’a esir düşen, savaştan sonraysa Türkiye’de yaşayan kuzeni ortaya çıkmıştı…Yasin kuze, bir hayli zengin biriydi galiba, bayağı da cömertti. Türkiye’den haberler gönderiyordu. Sermaye yatırarak ortak iş kurmak istiyordu. Kendisi de gelmek istiyordu, Cebi’yi ve evlatlarını da misafir olarak Türkiye’ye çağırıyordu. Böylece aile için yeni ve çok hayırlı yollar açılıyordu. Böyle bir zamanda Cebi çalışkan, tez canlı, karısı Pernisa’ya dediği gibi “çalışkan” oğullar gerekiyordu. Bu serseri ise “evlenmek istiyorum” diye tutturmuştu… Bu konu sadece evlenmekle bitseydi ne vardı ki? Hamit’in sevgilisi, gelecekteki karısı Svetlana kendi vatanı Rusya’ya gitmek, orada yaşamak istiyordu… Svetlana da Üniversiteden haksız yere okuldan atılmış, O’nun da hayâlleri yıkılmış, depresyondaydı.Şimdi desteğe ihtiyaca vardı.Hamit’in 24 yaşındaydı ve Svetlana’ya evlenme sözü vermişti. Anne babanın kaderlerine boyun eğmekten başka çareleri kalmıyordu.Geceleri Hamit’le Samit’in yatak odalarına çekildiklerinde, herkesin yanında sessiz duran Samit’in dili çözülürdü. O, kardeşinin yaptığına hak verirdi. Onu evlenme konusunda biraz daha da heveslendirirdi.Samit, gece geç saatlere kadar; Rusya’daki imkânlar, kısa bir süre içinde milyoner olmak şansı, hatta Rus şairleri ile ilgili uzun uzun konuşurdu. Gündüzleri cesaret edip söyleyemediklerini geceleri anlatır dururdu ağabeyine...
Yazar, çevirmen, Profesör, Filoloji Bilimleri alanında Dr. Azerbaycan Milli Bilimler Akademisi üyesi. “Unutmaya Kimse Yok”,
“Ruh”, “Bir, İki, Bizimki!”, “Eksik El Yazması”, “Büyücüler Deresi”,
“Labirent” gibi sevilerek okunan eserlerin, romanların ve oyunların yazarıdır. Eserleri dünyanın birçok halklarının dillerine çevirilmiştir. Rusya Fedarasyonu’nun Puşkin Ödülünü almıştır. 2007
senesinde Azerbaycan’da Humay Ulusal Akademisi Ödülünü, 525.
Gazetenin “Yılın Romanı” adlı ödülünü kazanmıştır. Monitoring
grubun “Yılın Edebiyat Adamı” adını kazanmıştır. 2009 senesinde
Çek Cumhuriyetinin “Karl Kramej” madalyası ve Polonya’nın “Büyük Haç” Ödülü ile değerlendirilmiştir. 2010 senesinde III Nesimi
Milli Edebiyat Yarışmasında “Eksik El Yazması” romanı için “Son
10 Senenin Edebi Eseri” Ödülünü almıştır. 2015 senesinde Skanno
almıştır. Şöhret Ödülü ile değerlendirilmiştir.
“Gerçekten doğru mu söylüyorsun? Sen de mi böyle düşünüyorsun? Gerçekten doğrumu söylüyorsun? Sen de gel benimle…”
Hamit küçük kardeşinin çabalarını görerek etkilenip coşarak mutlu olduğunu düşündü. Çünkü böyle, O’nu anlayan kardeşi vardı. Evdekiler ise Hamit’i bir türlü anlamadılar. Hamit mecburen evi terk etti. Svetla’lara taşındı. Evi terk ettikten on gün sonra düğün yaparken ne anne babası, ne de kız kardeşi Zehra düğüne geldi. Hamit kimseyi değil de, sadece sevgili kardeşi Samit’i bekliyordu…Ama Samit de gelmedi. Birkaç arkadaş, Svetlana’nın akrabaları, aile dostları, toplam on beş kişi,O kadar… Svetlana’ların Nerimanov caddesinde “Fin Evleri” vardı, o evin bahçesinde kutlama yaptılar. Svetlana’nın babası Nikolay Valentinoviç misafirler gittikten sonra Hamit’le masanın başında oturup şarap işerek şöyle dedi:“İyi olmadı, Hamit, hiç iyi olmadı… Ben bunlara söylemiştim.”
Düğünden sonra ortalığı toplayan karısı Nina’ya ve kızı Svetlana’ya kastediyordu. “Anne babanın hayır duası çok önemli, bu, belki de bu en önemli şey. Senin, yeni kurduğun ailenin şerefine içiyorum. Senin annenin ve şerefine kız kardeşin, kardeşinin şerefine içiyorum. Ne benim söylediğim olsun, ne senin dediğin. Allah’ın nasip ettiği olsun. Her şey düzelecek. Sağ ol. Sen adam gibi adamsın. Birileri senin kötü biri olduğunu söyleyebilir ama sen adam gibi adamsın. Çünkü kalbinin sesini dinledin. Olgun adamlar kalbinin sesini dinler. Sağol!”Bunları dedikten sonra kayınpederi Nikolay Valentinoviç şarap dolu kadehi tek nefeste içmişti. Sonra ayağa kalkarak kayarak eve geçmişti. Dar, eğri merdivenlerden çıkarak yere yapılmış yatağa kendini atmıştı. Kendi yatak odalarını yeni evlilere vermişlerdi.Baba yüzünü yastığa gömdükten sonra içinde tuttuğu gözyaşları birden boşalmaya başladı.Svetlana gelinlik kıyafetini değiştirdikten sonra annesine tabak, çanağı toplarken yardım ediyordu. Babasının avluda olmadığını, Hamit’inse avluda yapayalnız oturarak şarap dolu kadehe bakarak donup kaldığını gördü. Gelip onun yanında oturdu. O’nasarıldı, sevgili kocasına sokularak:“Üzgün müsün? Üzülme. Bak, her şey düzelecek. İyi olacak.”“Hiçbiri gelmedi, anlıyor musun? Hiçbiri gelmedi. Bari Samitgelseydi ...”Hamit’in sesi titriyordu.
Gittikçe soğumaya başlayan avluda yemekten sonra orda burda toplanarak kalmış tabakların, bardakların arasında kafası karışarak kalmış Hamit üç gün önce düğün konusu üzerine evlerinde tartışma çıktığını bilmiyordu. Düğüne kimsenin gitmeyeceğini kararlaştırarak, artık Hamit adlı oğlunun olmadığını söylerken birden hıçkırıklar içinde boğulduğunu görünce herkes Hamit’in peşinden “Allah senin belânı versin!” diye bağırarak adamın yanına koştular. Zorlukla nefes alan Cebi birden el işaretiyle etrafındakileri uzaklaşmalarını işaret etti, boğuk sesle dedi:“Bu konu burada kapandı! Ölsem, o adam mezarıma gelmesin, ölürse ölüsünün üstüne gitmem! Kesin şu ağlamayı! Bir daha kimsenin ağladığını görmeyeceğim. Kalkın işlerinizi yapın. Samit, sen yarın İstanbul’a, Yasin’e telefon aç. Seni onun yanında kendi vekilim ettiğimi söyle. Bitti bu iş bitti…”Odayı ölü sessizliği kapladı.
Bir süre bu sessizliği Hamit’in annesi Leylâ teyzenin gizlice, içten gelen ağlamaları bozdu. Kaşlarını düğümlemiş Cebi amca ise sesini çıkarmadan çoktan duymadığı sevdiği müziği dinliyormuş gibi dikkatlice ağlama sesini dinlemeye başladı.*** Mektubu alıp okuduğu o gece Samit’in gözüne uyku girmedi. Uzun yılların dengeli, belli ahenk almış hayat yolu birdenbire beklenmedik bir dönemeçle karşı karşıyaydı. Bu dönemeci dönmeyi ise kimse istemiyordu. Babasının sözleri hançer gibi beynini deliyordu… Samit yatağında dönüp durdu. Bu sözleri babası ölene kadar yorulmadan dedi: “Ben gitmesem de, seni de göndermedim. O da gelmedi, sallamadı bizi.”Samit bu olayı hayatı boyunca üzüntüyle hatırlamıştı, herkesten saklamıştı hiç kimse, hatta annesi bile bilmiyor. Cebi düğün sabahı Samit’i yanına çağırıp şöyle demişti:“Yavrum, ne yapabiliriz ki, bu eşek çıktı, ama bu sohbeti uzatmaya değmez, Çermiz ne ki? Kendisi gelmeliydi. Dedim ya. Eşşek herif işte. Ne bekliyorsun? Utanmadan bir de düğününe çağırmış.Düğün gelin evinde. Utanmadan bir de bizi oraya çağırıyor...Cebi iki üç gün önce dediklerini, nerdeyse unutmuştu galiba.Bugün onun sesinde bir ılımlılık vardı. Ama yine de karısının, kızının yanında yumuşadığını göstermek istemiyordu, ve sözlerini ancak Samit’e söylüyordu:“Bak, sana diyorum, bunu kimse bilmesin, anlaşıldı mı? Şu durumda barışma söz konusu bile olamaz. Ama köprüleri tamamen yıkmayalım. Bu düğüne sen git. De ki, kendin gitmişsin. Güya senin gittiğinden biz haberdar filan değiliz.Sen onunla sürekli iletişimde ol. O eşeği ikna et. Karısını da alsın gelsin. Yüzüne bakmasam da, çarem yok. Affederim.” Bunları anlatırken boğazı düğüm düğümdü. Ama belli etmemişti. Üzüntüsünü saklamak için öksürmeye başladı. Öyle öksürerek de sözünü bile tamamlamıştı:“Annesine acısın, kadın mum gibi eridi, ölür bugün yarın bu, kalmaz...*** Şimdi yine o konuyu anarken ilk dönemlerde olduğu gibi Samit’in, adeta göğsünün içine birinin elleri girerek acımasızca kalbini sıkıştırıyordu. Bu parmaklar onun kalbini eziyordu…kalbinden fışkıran inilti bugün çok net bir şekilde o ilk acıyı ona hatırlattı. O şöyle tahmin ediyordu: Kardeşinin yüzünün çizgilerini unuttukça o acı da hafifleyecekti. İlla ki, bir gün yok olacaktı. Aslında, bu aynen böyleydi. Ağrı artık yoktu. Çoktandır, ne kardeşi vardı, ne de acı.Ama o acı bu gün aldığı mektupla geri döndü…! Gözlerini sımsıkı kapattı. Karanlıkta Hamit’in yüz çizgileri onun kapanmış gözünün karanlık boşluğunda belirecekti.Bunu biliyordu. Yine de sımsıkı kapattı gözlerini. Yanılmıyordu, gözlerinin karanlığında kardeşiBeliverdi…!*** Garda veda zamanıydı. Samit onları yolcu etmeye gelmişti. Samit, sırıtarak Hamit’e: “Burda olduğumu bilseler, öldürürler beni.” dedi.“O kadar yani?!” Hamit’in içi parçalansa da belli etmedi.“Evet, gerginlik, kızgınlık, nasıldıysa yine de öyle. Cebi, düğüne gidersen, seni öldürürüm, acımam bile dedi. İyi ettin sen de eve gelmeyerek. Varınca mektup yaz. Ben sana gelme zamanını derim.Ha, bir de ... dedi ki ... ölsem, mezarıma gelmesin. Sen benden haber bekle.”Samit, umutsuz bir şekilde onun yüzünde bir şeyler arayan kardeşinin heyecanından, bu gidişin son gidiş olduğunu anladı. Tren kalktı, yavaş yavaş uzaklaşmaya başladı. Ama yine de Hamit trenin penceresinden kafasını çıkarıp kardeşinin gittikçe küçülen gölgesine baktı. Kalbi acıdı.Şimdi ise yirmi, tam tamına yirmi yıl sonra Hamit sabırsızlıkla mektubuna cevap bekliyordu. Her zamanki gibi yine de son umut Samit’ti. Ancak Samit onu ailesi ile annesi, kız kardeşi Zehra ileYasemin’le barıştıra bilirdi. Annesinden emindi. Tüm bu ayrı kaldıkları yıllarda onun için kalbinin sızlamadığı bir gün bile olmamıştı. Annesin de aynen onun gibi acı çektiğini hissediyordu. Kızkardeşineyse kırgındı. Hamit’i Zehra kendi bulmalı, babası annesi ile barıştırmalıydı. Neyse... Olan olmuştu, giden gitmişdi, kalan kalmıştı. Kimsenin merhametine, günahlarını affetmesine ihtiyacı yoktu. Kendisi kendisinin yargıcıydı. Kendi kendini hiçbir zaman affetmeyecekti. Fakat o kendini suçlu saymıyordu ve saymayacaktı da. İlginçti. Babasının ruhu ile bu ayrılık yıllarında sürekli konuşup dururdu, onunla bütün yaptıkları, üniversiteden kovulması, evlenmesi, Rusya’ya taşınması, burada hayat yolunun siyah şeritlerle bölünmesi, evleri, en çok da onu ve annesini özlemesi konusunda yana yana konuşmuştu. Geç de olsa onu ikna etmeye çalışmıştı.Ama bir kez bile olsun ondan özür dilememişti. Babasının “Ölsem, mezarıma gelmesin” sözlerini vedalaşıp ayrılırken Samit ağlamaklı gözlerle ona söylemişti. Bu sözlerin ağırlığını Hamit bugün de çekiyordu. Cebi’nin cenazesini de zamanında bilmediği için değil, bu kelimeler yüzünden gitmedi... Aradaki uçurum daha da derinleşti. Yıllar öyle böyle, bir şekilde geçip gitti.Ne olduğu onun için de bir muamma idi. Son bir iki ay bir türlü huzur bulamadı. Geceleri uykusuna annesi giriyordu. Annesi ona, “Gel, oğul, gel, baban gitti, ben gidecektim, o gitti, sen gel, beni yalnız bırakma!”, diyordu. Annesi beyaz bulutların arasında ellerini ona doğru uzatmış bir hâlde gözlerinde hüzünlü bir yalvarışla yavaş yavaş ondan uzaklaşıyordu. Sabahları uykudan ter içinde aniden ürkerek uyanırdı. Svetlana onun bu hâlini son zamanların sorunları ve bundan dolayı olan yorgunluk olarak nitelendiriyordu. Bir defasında gece yarısı Hamit’in sayıkladığını ve uykuda annesini çağırdığını, onunla neredeyse unuttuğu ana dilinde bir şeyler konuştuğunu duymuştu. Kardeşi Samit’e mektup yazmayı da o sabah mutfakta kahve yaparken Svetlana ona söylemişti.“Bu düşmanlık nereye kadar sürecek? Bu hiç doğru değil. Biliyorsun, ben de Bakü’yü çok özledim...”“Ben özlemedim!” dedi Hamit…“Nolursun, benim hatırım için, mektup yaz. Oğlumuz da akrabalarını görür... Belki babaannesi onu bekliyordur?”Liseyi iki yıl önce bitiren ve üniversite kazanamayan erkek çocukları Zaur Habarovsk’te askerdeydi. “Uzak, sıcak Azerbaycan’da babaannesi onu bekliyor” fikri onu soğuk Uzak Doğu’da nasıl ısıtırdı?Bunu Hamit de bilmiyordu.! Acaba, Zaur bu mektup olayına ne der?” Hamit düşündü.Hamit ise henüz, sevgili kardeşi Samit’in babasının düğüne katılmasını istemesine rağmen yine de düğüne gitmediğini bilmiyordu. Ertesi gün ise babasına düğüne gittiğini ama yüzüne bile bakmadıklarını demişti. Ayrıca sevimli kardeşi ilk ayrılık günleri ve ayları Hamit’in Rusya’dan yazdığı mektupları da evde hiç kimseye göstermemiş, belki ortam yumuşar diye kendi kendini ise kandırmaya çalışmıştı.“Hamit’e böyle bir hayat gerek değildi. O hiçbir zaman iş adamı olamaz. Hamit para kazanmanın tadını hiç bilmiyor.” Samit, bu tür düşüncelerle kendini teselli ederek susmuş vicdanını daha da susturmaya çalışıyordu.Bir süre geçtikten sonra, Samit düşündüklerinin diğer kısmını da gerçekleştirmeye başladı. Türkiye’deki amcasının torunu Ceylan Yasin’in kızıyla evlenip İstanbul’da zengin bir şirketin başına geçti. Şimdi büyük iş adamı olan Samit korkunç ve acımasız bir insana dönüşmüştü. Hamit’ten beklenmedik bir şekilde gelen son mektubu da evde kimseye göstermedi. Kim ondan hesap soracaktı? Babası da artık hayatta değildi. Kayınpederi ve babasının kuzeni Yasin beyin bütün bu konular umurunda da değildi.O, yaşlı ve umursamaz bir adamdı. Annesi Leyla çok yaşlanmıştı, artık Hamit’i güçlükle hatırlıyordu. Kadın, Hamit’in öldüğünü ve bu haberi ondan sakladıklarını sanıyordu. Bunu bildiğini ise belli etmiyor. Kız kardeşi Zehra ayyaş kocası ve uyuşturucu bağımlısı oğulları ile meşguldü. Karısı çoktan ondan ayrıydı, Türkiye’de kendi hayatını yaşıyordu… Samit’in dudaklarından yüzüne acı bir tebessüm yayıldı.*** Bizim Leyla Mecnun’un aşk hikâyesi ise şöyle başlamıştı. Hamit Svetlana’yı ilk kez Üniversiteden belgelerini almaya geldiğinde gördü. Merdivenlerden gözünden sessiz sessiz sel gibi yaşlar akan beyaz elbise ve kırmızı ayakkabı giymiş, elindeki siyah çantasını sımsıkı göğsüne sıkmış, saçlarını düzenli bir şekilde topuz yapmış ve ayaklarının altına dikkatle bakarak bir kız iniyordu.Merdivenlerle yukarıya doğru çıkan Hamit’in yanından geçerken bu kızın aniden ayağı burkuldu, az kalsın düşecekti. Hamit kızın omuzlarından sımsıkı tuttu ama bu kez düşmeseler de, birbirine tutunarak mermer merdivene oturdular. Sürekli titreyen bu kızın gözlerinden durmadan sessizce yaşlar akıyordu. Hamit bilinçsiz bir şekilde, kızın yüzüne dağılmış kestane renkli saçlarını eliyle okşamaya başladı. Svetlana da buna niye izin verdiğini ve ne için Hamit’e sokulduğunu bilmedi.Meğerse, o da bu Üniversitede okuyormuş o da şimdi üçüncü kötü puanını almış ve Hamit gibi Üniversiteden atılmış sayılabilirdi. Onlar el ele tutuşarak ilk başta yukarı fakülteye çıktılar, dekanları Eldar hocanın bakışları altında Hamit’in belgelerini aldılar, sonra ise Üniversiteden çıkıp yine de birbirinin elinden sımsıkı tutarak aşağı, parka doğru gittiler. Üç gün üç gece beraber kaldılar.Sabahları, öğlenleri, akşamları el ele, göz göze, sokak sokak dolaştılar, geceleri de telefonda konuştular… Sonrası bildiğiniz gibi evlendiler.Bir şeyi daha söylemek gerek; Svetlana çocukluğundan beri hep bir şeylerden korkardı. Yanından hızla geçen araçtan, köpekten, kediden korkardı, babasından korkardı, annesinden korkardı. Öğretmenlerden, kurs arkadaşlarından, komşularından korkardı. Bakü’de kalmaktan korkardı, Rusya’ya taşınmaktan korkardı. Ama Hamit’i gördüğü andan bu güne kadar bir kere bile bile korkmamıştı. İşte aşk dediğimiz hikâye buydu ve bundan başka bir şey değildi… ***Mektupta bahsedilen Yasemin’inse kim olduğunu Samit gece yarılarına kadar düşünse de, yatağında dönüp dursa, da hatırlamaya çalışsa da bir türlü hatırlayamadı...***Kemal Abdulla Hakkında
(1950)Yazar, çevirmen, Profesör, Filoloji Bilimleri alanında Dr. Azerbaycan Milli Bilimler Akademisi üyesi. “Unutmaya Kimse Yok”,
“Ruh”, “Bir, İki, Bizimki!”, “Eksik El Yazması”, “Büyücüler Deresi”,
“Labirent” gibi sevilerek okunan eserlerin, romanların ve oyunların yazarıdır. Eserleri dünyanın birçok halklarının dillerine çevirilmiştir. Rusya Fedarasyonu’nun Puşkin Ödülünü almıştır. 2007
senesinde Azerbaycan’da Humay Ulusal Akademisi Ödülünü, 525.
Gazetenin “Yılın Romanı” adlı ödülünü kazanmıştır. Monitoring
grubun “Yılın Edebiyat Adamı” adını kazanmıştır. 2009 senesinde
Çek Cumhuriyetinin “Karl Kramej” madalyası ve Polonya’nın “Büyük Haç” Ödülü ile değerlendirilmiştir. 2010 senesinde III Nesimi
Milli Edebiyat Yarışmasında “Eksik El Yazması” romanı için “Son
10 Senenin Edebi Eseri” Ödülünü almıştır. 2015 senesinde Skanno
almıştır. Şöhret Ödülü ile değerlendirilmiştir.