Münire ANAR ÇOBAN
Kimi yerde eski dostlara, kimi yerde tarihe uğradık; bazen bir müzede sessizliğe daldık, bazen bir sıra gecesinde türkülere karıştık.
Her durağı ayrı hikâye, her kilometresi ayrı sabırdı.Güneydoğu’ya Yolculuk: Binlerce Yıllık Mirasın Peşinde
Eşimle uzun zamandır hayalini kurduğumuz, ama sürekli ötelediğimiz Güneydoğu Anadolu turuna sonunda çıkabildik. Bölgenin tamamını gezemesek de, Bursa’dan başlayıp Niğde’de eski birdost ziyaretine kadar transit oldu. Sonrasında Akdeniz’in en doğusundaki Mersin’de de yine bu kez akraba ziyareti, benim ve eşimin eski dostlarına ziyaret olarak sürdü. Sonra da başladık Tarsus’ta tarih, gastromi ve kültür rotasına….Adana’ya, oradan Gaziantep, Şanlıurfa, mardin ve Diyarbakır’a uzandı. Kendi aracımızla yaptığımız, toplam 3.684 kilometreyi bulan bu yolculuk bir hafta sürdü. Gidiş dönüşte Elazığ, Adıyaman, Kahramanmaraş ve Malatya’dan transit geçerken; yalnızca Kayseri’de bir gece konakladık. Kırşehir, Ankara ve Eskişehir üzerinden geçerek de rotayı tamamladık. Yani bu rota bize sadece tarih ve kültür değil, sabır ve dayanıklılık da öğretti.
Burası, denizin mavi huzuruyla karanın bereketli toprağının birbirine karıştığı bir şehir.
Düzenli caddeleri, geniş kaldırımları, ferah evleriyle “keşke her şehir böyle olsa” dedirtiyor insana.
Bir liman kenti olmasına rağmen sakin, derli toplu ve misafirperver.Ancak Mersin, 6 Şubat depremlerinin ardından aldığı yoğun göçle birlikte artık başka bir yüzünü de gösteriyor. Yeni gelenlerle nüfus hızla artmış; bu da özellikle konut ve gıda fiyatlarını yukarı çekmiş.
Ev sahipleri kiraları birkaç katına çıkarmış, pazar tezgâhlarında etiketler cep yakar olmuş.
Mersin’in eski sakinleri, bu ani değişimin ağırlığını hissediyor.
Bir zamanlar bahçesinde limon ağacı, balkonunda deniz esintisi olan 250–300 metrekarelik, en fazla 5–6 katlı apartmanlarda oturan insanlar; şimdi 55 metrekareye sıkışmış, 20 katlı binaların gölgesinde güneşi arar olmuş.
Eskiden evlerin balkonları bile genişti; şimdi ise yeni dairelerin tamamı, o eski balkonlardan bile küçük.
Üstelik o küçülen evlerin fiyatları da artık çoğu Mersinlinin elini uzatamayacağı kadar büyümüş. Şehrin silueti değişmiş; ferahlık yerini beton yığınlarına bırakmış.
Bir zamanlar deniz kenarında kahvesini içip gün batımını izleyen insanlar, artık geçim sıkıntısını konuşuyor. Kentin modern görünümü hâlâ yerinde dursa da, altında bir telaş, bir yorgunluk, bir “eski Mersin özlemi” hissediliyor.Bir sonraki durağımız, tarihin tozlu sayfalarından çıkmış bir şehir: Tarsus.
Narenciye kokularının arasında uzanan yollar bizi Eshab-ı Kehf Mağarasına götürüyor.
Kur’an-ı Kerim’deki Kehf Suresi’nde anlatılan o mucizevi hikâyeyi, burada taşların arasında adeta yeniden yaşıyorsunuz.
İnançlarını korumak için zalim bir hükümdardan kaçan bir grup genç, Allah’a sığınıp bir mağaraya gizlenir.
“Rab’bimiz, bize katından rahmet ver ve işimizi doğru kıl.” (Kehf Suresi, 10. ayet)
diye dua ederler. Ve sonra, Allah onları yıllar değil, asırlar sürecek bir uykuya daldırır.
Uyandıklarında ise dünya değişmiş, insanlar değişmiş, ama imanın hikâyesi aynı kalmıştır.Tarsus’taki mağara, bu kutsal kıssanın en ikna edici durağı.
Sabah ve akşam güneşinin mağaranın içine vurması, ayetlerde anlatılan sahneleri gözler önüne seriyor.
Işık mağaranın taş duvarlarında gezinirken, insanın içinden bir dua yükseliyor ister istemez.
Zamanın akışı duruyor; geçmişle bugün aynı noktada buluşuyor.Ne var ki, mağaranın çevresi bu manevi atmosferi taşımakta biraz yetersiz!
Etrafı piknik alanına çevrilmiş, çöpler taşmış, mangal dumanı mağaranın sessizliğini boğuyor.
Binlerce yıllık bir mucize, plastik tabakların ve köz kokusunun gölgesinde kalıyor.
Belki de bu manzara, bizim turizm anlayışımızın en acı özeti: maneviyatla ticaretin birbirine karıştığı bir tablo.Yine de mağaranın karanlığından çıkarken içini bir huzur sarıyor insanın.
Çünkü orada sadece bir mucizeye değil, zamana direnen bir inanca tanıklık ediyorsun.
Yedi Uyurlar’ın hikâyesi, bir uykunun değil; imanın uyanıklığının hikâyesi aslında.Adana’dan Osmaniye’ye: Tarihin İzleri
Seyhan Nehri üzerindeki Taşköprü, zamana meydan okurcasına hâlâ dimdik ayakta.
Roma İmparatoru Hadrianus’un yaptırdığı bu köprüden bir zamanlar arabaların, askerlerin ve kervanların geçtiğini bilmek, insana tarihle iç içe yürüyormuş hissi veriyor.
Günümüzde üzerinden yalnızca yayalar geçiyor olsa da, taşların arasına sinmiş tarih hâlâ nefes alıyor.
Her adımda binlerce yılın ayak sesleri yankılanıyor.Adana’dan Osmaniye’ye uzanan yolda, dağların arasında beliren kaleler ise bir başka hazine.
Kimi yüzyılların yorgunluğunu taşıyor, kimi efsanelerin gölgesinde yaşamaya devam ediyor.
Ancak bu görkemli yapılar, ne yazık ki artık yalnızca tarih kitaplarında parlıyor.
Çünkü eteklerinde yapılan maden işletmeciliği, hem doğanın rengini hem de kalenin görkemini solurmuş durumda.
Toz, duman ve ağır makinelerin sesi; tarihin sessizliğini bastırıyor.
Halk arasında “Şahmeran Kalesi” olarak bilinen bu yer, efsaneleriyle yüzyıllardır dilden dile dolaşır.
Bir zamanlar yılan kraliçesi Şahmeran’ın gözyaşlarının toprağa karıştığına inanılan bu tepeler, bugün gri bir dumanın ardında kalmış.
Efsaneler bile endüstrinin hoyratlığına karşı koyamıyor artık.
Tarih, sessiz bir isyanla kendi gölgesine çekilmiş gibi…Gaziantep: Bin Yıllık Lezzet ve Kültürün Kalbi
Gaziantep’te kaldığımız Bey Konağı, taş duvarları, yüksek tavanları ve gizli sığınaklarıyla bize tarihin içinden seslendi.
Her köşesinde bir sır, her penceresinde geçmişin bir nefesi vardı.
Geceleri taş odalar biraz serin, ama hikâyeler sıcacık…
Sanki duvarlar, geçmiş yüzyılların fısıltılarını bugüne taşıyor.Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte çıktık Bakırcılar Çarşısı’na.
Çekiç sesleri yankılanıyor, her vuruşta yüz yıllık bir zanaat yeniden doğuyor.
Ustalar, sanki zamana inatla direniyor; elleriyle metali değil, mirası şekillendiriyor.
Çarşıdan Gaziantep Kalesi’ne doğru yürürken, şehrin ruhu adım adım yüzünü gösteriyor.
Gerçekten de Antep, baştan sona bir açık hava müzesi gibi; taşın, emeğin ve inancın şehri.Bu kültür yolculuğunun en özel duraklarını gezerken insan, bir şehrin nasıl hafızaya dönüştüğünü daha iyi anlıyor.
Oyun ve Oyuncak Müzesi, geçmişteki çocukluğumuzu günümüze taşıyor. Ahşap bebeklerden teneke arabalarına kadar her obje, bir dönemin masumiyetini anlatıyor.
Emine Göğüş Mutfak Müzesi, Gaziantep’in zengin mutfak kültürünün yaşayan bir belgesi.
Bakır tencereler, taş ocaklar, geleneksel baharat kokuları… Her biri Anadolu sofrasının tarihini fısıldıyor.Konukoğlu Konağı’ndaki Milli Mücadele Müzesi ise bambaşka bir ruhla karşılıyor insanı.
O taş duvarlarda sadece fotoğraflar değil, bir milletin direnişi asılı.
Kurtuluş günlerinde evlerini cephaneliğe çeviren kadınların, ellerinde mavzerle sokak sokak direnen gençlerin hikâyeleri duvarlardan sızıyor.
Gaziantep’in “Gazi” unvanını ne kadar hak ettiğini orada, taşın soğukluğunda değil; kalbin sıcaklığında hissediyorsunuz.Kentin panoramik belleğini görmek isteyenler için sıradaki durak: Panorama 25 Aralık Kahramanlık Müzesi.
Dairesel yapının içinde adım attığınız anda tarihin içine giriyorsunuz.
Siper sesleri, top gürültüleri, kadınların cephane taşıdığı sahneler üç boyutlu olarak karşınıza çıkıyor.
Bir an geliyor; resimle gerçek, tarih ile anı birbirine karışıyor.
Gaziantep’in destansı savunması, bu müzede sadece anlatılmıyor, yeniden yaşatılıyor.Bir diğer sürpriz durak ise Cam Müzesi.
Renkli vitrinlerinde Roma’dan Osmanlı’ya uzanan cam işçiliğinin büyüleyici örnekleri sergileniyor.
Işık, renk ve şeffaflık… Her bir parça, sanatla sabrın birleştiği bir zamanı hatırlatıyor.
Gaziantep’in sanatı yalnızca bakırda değil, camın zarafetinde de yaşıyor.Ve sonra sıra geldi Zeugma Mozaik Müzesi’ne.
Devasa salonun ortasında, bir bakış sizi yakalıyor: Çingene Kızı.
O gözlerle karşılaştığınız an, zamanın donduğunu hissediyorsunuz.
Binlerce yıl öncesinden gelen bir bakışla, insanlığın ortak duygusuna dokunuyorsunuz.
Her mozaik parçası, tarihin sessiz bir kelimesi gibi; birleştiklerinde uygarlığın hikâyesini anlatıyor.Elbette Gaziantep demek, sadece tarih değil, tat demek de…
Baklava, fıstık, kebap… Her biri kentin ruhunun bir parçası.
Adana’da “zırh kebabı” acılı, Mardin’de acısız; Antep’te “kıyma”, Urfa’da “Urfa kebabı.”
Bir nevi isimlendirme savaşı bu; ama sonunda kazanan hep aynı: mide.Gaziantep’ten ayrılırken, geride sadece yediğimiz lezzetler değil;
dokunduğumuz taşların ağırlığı, ustaların nasırlı elleri ve bir milletin direniş ruhu kalıyor.
Bu şehir, geçmişin sadece hatırlanmadığı, hala yaşadığı bir yer.
Belki de o yüzden, Antep’te atılan her adım, tarihin kalp atışları gibi yankılanıyor.
Baraj sularının altında kalmış taş evleriyle, sanki geçmişini suyun altında saklayan bir şehir...
Minarelerin yarısı suda, diğer yarısı gökyüzünde.
Kayıkla dolaşırken, suyun altında kalmış sokakların, taş duvarların sessizliğini dinliyorsunuz.
Bir yanda huzur, bir yanda hüzün.
Bir kent sanki derin bir nefes alıp susmuş.Ve elbette siyah gül…
Sadece Halfeti toprağında yetişen, dünyanın başka hiçbir yerinde görülmeyen o kadifemsi çiçek.
Rengi gibi hikâyesi de gizemli.
Toprağın karanlığından doğup ışığa açılıyor.
Tıpkı bu şehrin geçmişi gibi: acıyla beslenmiş, ama zarafetle yaşamış.Rotamızın bir sonraki durağı, inancın kalbinde atan bir yer: Balıklıgöl.
Hz. İbrahim’in Nemrut’un ateşine atıldığında, Allah’ın emriyle suya dönüşen o kutsal mekân.
Ateşin su, odunların balık olduğu mucize…
O mucizenin yankısı bugün hâlâ gölün sularında dolaşıyor.
Balıklar kutsal sayıldığı için dokunulmuyor, izleyen her gözde sessiz bir saygı var.Balıklıgöl sadece bir ziyaret noktası değil, inancın kalbe dokunduğu bir durak.
Yanı başındaki Şanlıurfa Arkeoloji Müzesi ve Haleplibahçe Mozaik Müzesi, kentin binlerce yıllık hafızasını tamamlıyor.
Arkeoloji Müzesi’nde Göbeklitepe’den çıkarılan eserler sergileniyor; taş heykellerin yüzlerinde, insanlığın ilk dualarının izlerini görüyorsunuz.
Haleplibahçe’deki mozaikler ise Roma döneminin zarafetini bugüne taşıyor; su perileri, tanrılar, av sahneleri…
Bir müzede tarih, diğerinde inanç… İkisi birleşince, insanın içine işleyen bir bütünlük doğuyor.Yine de Balıklıgöl’ün çevresinde bazı manzaralar, bu manevi atmosferi gölgeliyor.
Kirlilik, düzensizlik ve yorgun yapılar, hikâyenin derinliğine yakışmıyor.
Oysa biraz özen, bu kutsal alanı dünyanın saygıyla andığı bir merkez haline getirebilir.Ve işte sıra geldi Göbeklitepe’ye.
Dünyanın bildiği tarihin bile öncesine uzanan o yere…
İnsanlık tarihinin “sıfır noktası” denilen bu topraklara adım attığınızda, modern dünyanın bütün kavramları anlamını yitiriyor.
Çünkü burası, medeniyetin başladığı, insanın Tanrı’yı ilk aradığı yer.12 bin yıl öncesinden kalan T biçimli dev taşlar, dairesel şekilde dizilmiş sütunlar…
Ne çanak çömlek, ne yazı, ne tekerlek vardı.
Ama insanlar bir araya gelmiş, elleriyle taşa şekil verip bir inanç alanı kurmuşlardı.
Kimi taşların üzerinde turnalar, aslanlar, yılanlar…
Her biri bir anlam taşıyor, her biri bir dil konuşuyor.
göbeklitepe sadece bir kazı alanı değil; insanlığın uyanışının hikâyesi.Kazı alanına bakan tepede durduğunuzda rüzgârın sesi bile değişiyor.
Taşlar konuşuyor, tarih nefes alıyor.
Orada zaman çizgisel değil; geçmişle gelecek aynı noktada buluşuyor.
Ve insan, ilk kez gerçekten “nereden geldiğini” hissediyor.Yine de, bu kadar büyülü bir yerin bazı eksikleri yok değil.
Girişteki yetersiz yönlendirme tabelaları, bakımsız alanlar ve geçici konteyner tuvaletler, böylesine kutsal bir mekânın ruhuna gölge düşürüyor.
Oysa buraya yakışan, modern ve çevreye uyumlu bir ziyaret altyapısı olmalıydı.
Tarih bize ışık tutarken, biz hâlâ o ışığın önüne perde çekiyoruz.Akşam şehir sessizleştiğinde, sıra gecesi sesleri yankılanıyor Urfa sokaklarında.
Daracık avlulardan yükselen türküler, kahkahalar, çay buharı...
“Urfa’nın etrafı dumanlı dağlar” ezgisiyle herkes aynı masada buluşuyor.
Bir şehir düşünün; bir yanında insanlığın ilk tapınağı, diğer yanında bin yıllık ezgiler.
Urfa’da tarih, inanç ve müzik birbirine karışıyor.
O yüzden Urfa sadece gezilmez — hissedilir.
Sabır Peygamberi’nin adını taşıyan bu mekân, yüzyıllardır inancın ve teslimiyetin sembolü.
Kültür ve Turizm Bakanlığı gerçekten güzel bir düzenleme yapmış; geniş bir kampüs, bakımlı yollar, etrafında huzur verici bir atmosfer...
Hz. Elyesa Peygamber’in ve Hayra Hatun’un kabirleri de aynı avluda yer alıyor.
Her şey ilk bakışta gayet derli toplu görünüyor.
Ama birkaç adım sonra, gerçeğin kapısı açılıyor.
Kampüsün girişindeki tuvaletlerde ne görevli var, ne akan su.
Şadırvanlar kupkuru, lavabolarda damla yok.
Elektrik kesik deniyor ama bahçedeki çeşmeler şırıl şırıl akıyor.
Demek ki sabır, sadece Peygamber’e değil, ziyaretçiye de farz!Caminin içinde hoca yok, “tayinleri çıkmış” diyorlar.
Peki ya yerine neden yenisi yok?
İnanç merkezinde görevli yoksa, inanç kimde kalıyor?
Birileri türbelerin yanında para topluyor; ne makbuz var, ne açıklama.
Kimin adına, ne için, kimse bilmiyor.
Ama belli ki “sadaka” tabelası arkasına saklanmış bir düzensizlik var.Sabırla anılan bir mekânda, sabır taşını çatlatacak kadar ihmal görmek üzücü.
Oysa burası öyle bir yer olmalı ki, gelen insan huzurla ayrılmalı.
Kültür ve Turizm Bakanlığı’na mı, müftülüğe mi, belediyeye mi düşer bu sorumluluk bilemem ama… birileri bu kötü tabloya artık el atmalı. Bu kutsal mekân, “sabır sınavı” değil, saygı sınavı olmalı.
Ve bu sınavda kimse sınıfta kalmamalı.Mardin: Taşın Dili, Işığın Şehri
Mardin’e vardığınızda, ilk fark ettiğiniz şey sessizlik değil; taşın konuşması.
Güneşle birlikte rengi değişen sarı kalker taşları, sanki her biri başka bir çağdan selam gönderiyor.
Dar sokaklardan yükselen dualar, kilise çanlarına karışıyor; minareyle çan kulesi, aynı gökyüzünde buluşuyor.
İşte Mardin bu yüzden bir şehir değil, bir kültür mozaiği, bir dua yankısı.Teraslardan Mezopotamya ovasına baktığınızda, göz alabildiğine uzanan bir tarih seriliyor önünüze.
Binlerce yıl boyunca onlarca medeniyet aynı ufka bakmış, aynı toprakta yaşamış.
Geceleri ise şehir adeta altın bir kumaşa bürünüyor.
Taş evlerin pencerelerinden süzülen sarı ışıklar, Bodrum sahillerini bile kıskandıracak bir ışıltı yaratıyor.
Ama bu ışık sadece elektrikten değil; inançtan, hoşgörüden, geçmişten gelen bir aydınlıktan doğuyor.Her adım, bir hikâyeye çıkıyor.
Midyat’ta ustaların taş işçiliğiyle oyduğu evlerin arasında yürümek, insanı başka bir zamana taşıyor.
Bir terastan şehri seyretmek, gün batımında ezan sesiyle kilise çanının aynı anda yankılanışını duymak…
Belki de Mardin’i anlamanın en sade yolu bu: farklılıkların bir arada huzurla var olabildiği bir kadim denge.Dara Antik Kenti ise yerin altına saklanmış bir dünya gibi.
Tarihin derinliklerinde, mağaralarla, tünellerle, su sarnıçlarıyla örülü bir yaşam alanı.
Her taş, Roma döneminin mühendisliğini, insan aklının sınır tanımazlığını anlatıyor.
Deyrulzafaran Manastırı ise başka bir sessizlikle karşılıyor ziyaretçisini.
Taş avlularında yankılanan dualar, Süryani geleneğinin asırlık huzurunu fısıldıyor.
İnanç, burada sadece bir ritüel değil — bir varoluş biçimi.
Mardin’in büyüsünden sonra Batman’a uzanan yolda, yürek burkan bir hikâyeyle karşılaşıyorsunuz: Hasankeyf.
Bir zamanlar Dicle kıyısında yükselen o kadim şehir, şimdi baraj sularının altında nefes almaya çalışıyor.
Tekneyle o sulara açıldığınızda, tepede yalnız kalmış köprü kemerlerine, yarısı gömülmüş mağaralara bakarken bir sessizlik çöküyor.
Bu manzara bir manzara değil; tarihe karşı işlenmiş bir suçun tanıklığı.
Yüzlerce mağara, cami, kilise, köprü…
Hepsi binlerce yıl boyunca insanlığın izlerini taşımıştı.
Şimdi ise yalnızca suyun yansımalarında silik gölgeleri kalmış.
Tarih bazen yıkılarak değil, sessizce boğularak kayboluyor.
Hasankeyf tam da o kayboluşun adı.O an fark ediyorsunuz; bazen geçmişi korumak, sadece müzelerde değil, vicdanlarda başlıyorBir Yolculuk, Bir Ülke, Bin HikâyeMersin’den yola çıktık, denizin tuzlu kokusu hâlâ üzerimizdeydi.
Tarsus’ta tarihle göz göze geldik, Gaziantep’te taşlarda emeği, müzelerde direnişi gördük.
Urfa’da inancın sessizliğine, Mardin’de hoşgörünün sıcaklığına, Hasankeyf’te ise kaybolan bir geçmişin acısına tanık olduk.Her şehir, başka bir duyguyu fısıldadı kulağımıza.
Mersin modernliğin telaşını, Tarsus geçmişin izini, antep emeğin ve mücadelenin onurunu anlattı.
Urfa taşlarda duayı, gecelerde türküyü; Mardin ışığın ve inancın kardeşliğini gösterdi.
Ve Hasankeyf…
O bize sustu; çünkü bazı hikâyeler anlatılmaz, sadece hissedilir.Bu yolculukta anladık ki, Türkiye bir ülke değil, birbirine eklenmiş binlerce hikâyeden oluşan bir destan.
Her taşında bir dua, her sokağında bir şarkı, her insanında bir iz var.
Yeter ki bakmayı, duymayı, hissetmeyi bilelim.Yollar bitti belki, ama hikâyeler hâlâ devam ediyor…
Çünkü bu topraklarda, her gün yeni bir tarih yazılıyor.
Eşimle birlikte çıktığımız yolculuk, Bursa’dan başlayıp Akdeniz’in doğusuna, oradan Mezopotamya’nın kalbine kadar uzandı.Yıllardır harita üzerinde planını çizdiğimiz, ama bir türlü vakit bulamadığımız o Güneydoğu rotası…
Bu kez ertelemedik.
Kimi yerde eski dostlara, kimi yerde tarihe uğradık; bazen bir müzede sessizliğe daldık, bazen bir sıra gecesinde türkülere karıştık.
Her durağı ayrı hikâye, her kilometresi ayrı sabırdı.Güneydoğu’ya Yolculuk: Binlerce Yıllık Mirasın Peşinde
Eşimle uzun zamandır hayalini kurduğumuz, ama sürekli ötelediğimiz Güneydoğu Anadolu turuna sonunda çıkabildik. Bölgenin tamamını gezemesek de, Bursa’dan başlayıp Niğde’de eski birdost ziyaretine kadar transit oldu. Sonrasında Akdeniz’in en doğusundaki Mersin’de de yine bu kez akraba ziyareti, benim ve eşimin eski dostlarına ziyaret olarak sürdü. Sonra da başladık Tarsus’ta tarih, gastromi ve kültür rotasına….Adana’ya, oradan Gaziantep, Şanlıurfa, mardin ve Diyarbakır’a uzandı. Kendi aracımızla yaptığımız, toplam 3.684 kilometreyi bulan bu yolculuk bir hafta sürdü. Gidiş dönüşte Elazığ, Adıyaman, Kahramanmaraş ve Malatya’dan transit geçerken; yalnızca Kayseri’de bir gece konakladık. Kırşehir, Ankara ve Eskişehir üzerinden geçerek de rotayı tamamladık. Yani bu rota bize sadece tarih ve kültür değil, sabır ve dayanıklılık da öğretti.Turizmin Yükselen Yıldızı: Güneydoğu
Güneydoğu Anadolu, uzun yıllar boyunca adı çoğunlukla güvenlik endişeleriyle anılan bir bölgeydi. Oysa bugün, tarihin tozlu sayfalarını aralayan şehirleriyle, kadim medeniyetlerin izlerini taşıyan sokaklarıyla turizmin yeni gözdesi haline geliyor. Bölge esnafı artan ziyaretçi sayısından mutluluk duyarken; yöre halkı ise gelişmelere farklı bir pencereden bakıyor. Onlar son yıllarda turizmin hızla gelişmesiyle birlikte yeme içme fiyatlarının neredeyse ikiye katlandığından yakınıyor, şehirlerine gelen hareketliliğin beraberinde getirdiği hayat pahalılığından ve aşırı kalabalıktan şikâyet ediyorlar.Bölgeye yapılan yolculuğun en keyifli yanlarından biri ise ulaşımın rahatlığı. Hem otoyollar hem de devlet karayolları son derece kaliteli asfaltla kaplanmış, geniş ve güvenli. Araç sayısının Batı’ya göre daha az olması da yolculuğu bir keyfe dönüştürüyor. Yolun kendisi bile insana ayrı bir huzur veriyor. O an ister istemez içinizden geçiyor: “Demek ki isteyince oluyormuş.”Direksiyon başında akıp giden kilometreler boyunca ağaç ve yeşillik yok ama dağ ve taşların da bir dizaynı var sanki. Bu manzara kimi zaman içinizi ürpertiyor, kimi zaman da taşların tıpkı bir sanat eseri gibi düzenli olduğunu fark ettirerek bambaşka duygularla dolduruyor insanı. Batı’da yol alırken, kimi zaman 700–800 metre rakımdaki geçitlerden geçerken, sürekli yokuş çıkıp inmekten bulutların arasında ilerliyormuş gibi bir hisse kapılırsınız. İnsan böyle bir yükseklikte bile gökyüzüne dokunduğunu zanneder.Oysa Güneydoğu’da bambaşka bir gerçeklik var. Burada rakım baştan beri çok yüksek. Öyle ki 2.800 metreyi bulan bir geçitten geçtiğinizde bile, ne çıkış ne iniş hissedersiniz. Çünkü zaten yüksek bir plato üzerinde yol alıyorsunuz. Sanki göğe tırmanmak yerine, gökyüzünün içinde düz bir yolda yürür gibisiniz.Mersin’den Tarsus’a: Yedi Uyurlar’ın İzindeBursa’dan başlayan yolculuğumuzun ilk durağı, Akdeniz’in en doğusundaki Mersin oldu.Burası, denizin mavi huzuruyla karanın bereketli toprağının birbirine karıştığı bir şehir.
Düzenli caddeleri, geniş kaldırımları, ferah evleriyle “keşke her şehir böyle olsa” dedirtiyor insana.
Bir liman kenti olmasına rağmen sakin, derli toplu ve misafirperver.Ancak Mersin, 6 Şubat depremlerinin ardından aldığı yoğun göçle birlikte artık başka bir yüzünü de gösteriyor. Yeni gelenlerle nüfus hızla artmış; bu da özellikle konut ve gıda fiyatlarını yukarı çekmiş.
Ev sahipleri kiraları birkaç katına çıkarmış, pazar tezgâhlarında etiketler cep yakar olmuş.
Mersin’in eski sakinleri, bu ani değişimin ağırlığını hissediyor.
Bir zamanlar bahçesinde limon ağacı, balkonunda deniz esintisi olan 250–300 metrekarelik, en fazla 5–6 katlı apartmanlarda oturan insanlar; şimdi 55 metrekareye sıkışmış, 20 katlı binaların gölgesinde güneşi arar olmuş.Eskiden evlerin balkonları bile genişti; şimdi ise yeni dairelerin tamamı, o eski balkonlardan bile küçük.
Üstelik o küçülen evlerin fiyatları da artık çoğu Mersinlinin elini uzatamayacağı kadar büyümüş. Şehrin silueti değişmiş; ferahlık yerini beton yığınlarına bırakmış.
Bir zamanlar deniz kenarında kahvesini içip gün batımını izleyen insanlar, artık geçim sıkıntısını konuşuyor. Kentin modern görünümü hâlâ yerinde dursa da, altında bir telaş, bir yorgunluk, bir “eski Mersin özlemi” hissediliyor.Bir sonraki durağımız, tarihin tozlu sayfalarından çıkmış bir şehir: Tarsus.
Narenciye kokularının arasında uzanan yollar bizi Eshab-ı Kehf Mağarasına götürüyor.
Kur’an-ı Kerim’deki Kehf Suresi’nde anlatılan o mucizevi hikâyeyi, burada taşların arasında adeta yeniden yaşıyorsunuz.
İnançlarını korumak için zalim bir hükümdardan kaçan bir grup genç, Allah’a sığınıp bir mağaraya gizlenir.“Rab’bimiz, bize katından rahmet ver ve işimizi doğru kıl.” (Kehf Suresi, 10. ayet)
diye dua ederler. Ve sonra, Allah onları yıllar değil, asırlar sürecek bir uykuya daldırır.
Uyandıklarında ise dünya değişmiş, insanlar değişmiş, ama imanın hikâyesi aynı kalmıştır.Tarsus’taki mağara, bu kutsal kıssanın en ikna edici durağı.
Sabah ve akşam güneşinin mağaranın içine vurması, ayetlerde anlatılan sahneleri gözler önüne seriyor.
Işık mağaranın taş duvarlarında gezinirken, insanın içinden bir dua yükseliyor ister istemez.
Zamanın akışı duruyor; geçmişle bugün aynı noktada buluşuyor.Ne var ki, mağaranın çevresi bu manevi atmosferi taşımakta biraz yetersiz!

Etrafı piknik alanına çevrilmiş, çöpler taşmış, mangal dumanı mağaranın sessizliğini boğuyor.
Binlerce yıllık bir mucize, plastik tabakların ve köz kokusunun gölgesinde kalıyor.
Belki de bu manzara, bizim turizm anlayışımızın en acı özeti: maneviyatla ticaretin birbirine karıştığı bir tablo.Yine de mağaranın karanlığından çıkarken içini bir huzur sarıyor insanın.
Çünkü orada sadece bir mucizeye değil, zamana direnen bir inanca tanıklık ediyorsun.
Yedi Uyurlar’ın hikâyesi, bir uykunun değil; imanın uyanıklığının hikâyesi aslında.Adana’dan Osmaniye’ye: Tarihin İzleri
Seyhan Nehri üzerindeki Taşköprü, zamana meydan okurcasına hâlâ dimdik ayakta.Roma İmparatoru Hadrianus’un yaptırdığı bu köprüden bir zamanlar arabaların, askerlerin ve kervanların geçtiğini bilmek, insana tarihle iç içe yürüyormuş hissi veriyor.

Günümüzde üzerinden yalnızca yayalar geçiyor olsa da, taşların arasına sinmiş tarih hâlâ nefes alıyor.
Her adımda binlerce yılın ayak sesleri yankılanıyor.Adana’dan Osmaniye’ye uzanan yolda, dağların arasında beliren kaleler ise bir başka hazine.
Kimi yüzyılların yorgunluğunu taşıyor, kimi efsanelerin gölgesinde yaşamaya devam ediyor.
Ancak bu görkemli yapılar, ne yazık ki artık yalnızca tarih kitaplarında parlıyor.
Çünkü eteklerinde yapılan maden işletmeciliği, hem doğanın rengini hem de kalenin görkemini solurmuş durumda.
Toz, duman ve ağır makinelerin sesi; tarihin sessizliğini bastırıyor.
Halk arasında “Şahmeran Kalesi” olarak bilinen bu yer, efsaneleriyle yüzyıllardır dilden dile dolaşır.Bir zamanlar yılan kraliçesi Şahmeran’ın gözyaşlarının toprağa karıştığına inanılan bu tepeler, bugün gri bir dumanın ardında kalmış.
Efsaneler bile endüstrinin hoyratlığına karşı koyamıyor artık.
Tarih, sessiz bir isyanla kendi gölgesine çekilmiş gibi…Gaziantep: Bin Yıllık Lezzet ve Kültürün Kalbi
Gaziantep’te kaldığımız Bey Konağı, taş duvarları, yüksek tavanları ve gizli sığınaklarıyla bize tarihin içinden seslendi.Her köşesinde bir sır, her penceresinde geçmişin bir nefesi vardı.
Geceleri taş odalar biraz serin, ama hikâyeler sıcacık…
Sanki duvarlar, geçmiş yüzyılların fısıltılarını bugüne taşıyor.Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte çıktık Bakırcılar Çarşısı’na.
Çekiç sesleri yankılanıyor, her vuruşta yüz yıllık bir zanaat yeniden doğuyor.
Ustalar, sanki zamana inatla direniyor; elleriyle metali değil, mirası şekillendiriyor.
Çarşıdan Gaziantep Kalesi’ne doğru yürürken, şehrin ruhu adım adım yüzünü gösteriyor.
Gerçekten de Antep, baştan sona bir açık hava müzesi gibi; taşın, emeğin ve inancın şehri.Bu kültür yolculuğunun en özel duraklarını gezerken insan, bir şehrin nasıl hafızaya dönüştüğünü daha iyi anlıyor.
Oyun ve Oyuncak Müzesi, geçmişteki çocukluğumuzu günümüze taşıyor. Ahşap bebeklerden teneke arabalarına kadar her obje, bir dönemin masumiyetini anlatıyor.
Emine Göğüş Mutfak Müzesi, Gaziantep’in zengin mutfak kültürünün yaşayan bir belgesi.
Bakır tencereler, taş ocaklar, geleneksel baharat kokuları… Her biri Anadolu sofrasının tarihini fısıldıyor.Konukoğlu Konağı’ndaki Milli Mücadele Müzesi ise bambaşka bir ruhla karşılıyor insanı.
O taş duvarlarda sadece fotoğraflar değil, bir milletin direnişi asılı.
Kurtuluş günlerinde evlerini cephaneliğe çeviren kadınların, ellerinde mavzerle sokak sokak direnen gençlerin hikâyeleri duvarlardan sızıyor.
Gaziantep’in “Gazi” unvanını ne kadar hak ettiğini orada, taşın soğukluğunda değil; kalbin sıcaklığında hissediyorsunuz.Kentin panoramik belleğini görmek isteyenler için sıradaki durak: Panorama 25 Aralık Kahramanlık Müzesi.

Dairesel yapının içinde adım attığınız anda tarihin içine giriyorsunuz.
Siper sesleri, top gürültüleri, kadınların cephane taşıdığı sahneler üç boyutlu olarak karşınıza çıkıyor.
Bir an geliyor; resimle gerçek, tarih ile anı birbirine karışıyor.
Gaziantep’in destansı savunması, bu müzede sadece anlatılmıyor, yeniden yaşatılıyor.Bir diğer sürpriz durak ise Cam Müzesi.
Renkli vitrinlerinde Roma’dan Osmanlı’ya uzanan cam işçiliğinin büyüleyici örnekleri sergileniyor.
Işık, renk ve şeffaflık… Her bir parça, sanatla sabrın birleştiği bir zamanı hatırlatıyor.
Gaziantep’in sanatı yalnızca bakırda değil, camın zarafetinde de yaşıyor.Ve sonra sıra geldi Zeugma Mozaik Müzesi’ne.

Devasa salonun ortasında, bir bakış sizi yakalıyor: Çingene Kızı.
O gözlerle karşılaştığınız an, zamanın donduğunu hissediyorsunuz.
Binlerce yıl öncesinden gelen bir bakışla, insanlığın ortak duygusuna dokunuyorsunuz.
Her mozaik parçası, tarihin sessiz bir kelimesi gibi; birleştiklerinde uygarlığın hikâyesini anlatıyor.Elbette Gaziantep demek, sadece tarih değil, tat demek de…
Baklava, fıstık, kebap… Her biri kentin ruhunun bir parçası.
Adana’da “zırh kebabı” acılı, Mardin’de acısız; Antep’te “kıyma”, Urfa’da “Urfa kebabı.”
Bir nevi isimlendirme savaşı bu; ama sonunda kazanan hep aynı: mide.Gaziantep’ten ayrılırken, geride sadece yediğimiz lezzetler değil;
dokunduğumuz taşların ağırlığı, ustaların nasırlı elleri ve bir milletin direniş ruhu kalıyor.
Bu şehir, geçmişin sadece hatırlanmadığı, hala yaşadığı bir yer.
Belki de o yüzden, Antep’te atılan her adım, tarihin kalp atışları gibi yankılanıyor.
Şanlıurfa: Medeniyetin Sıfır Noktasında İnancın İzinde
Yolculuğumuzun bu durağında, mistik bir sessizlik karşılıyor bizi: Halfeti.Baraj sularının altında kalmış taş evleriyle, sanki geçmişini suyun altında saklayan bir şehir...

Minarelerin yarısı suda, diğer yarısı gökyüzünde.
Kayıkla dolaşırken, suyun altında kalmış sokakların, taş duvarların sessizliğini dinliyorsunuz.
Bir yanda huzur, bir yanda hüzün.
Bir kent sanki derin bir nefes alıp susmuş.Ve elbette siyah gül…
Sadece Halfeti toprağında yetişen, dünyanın başka hiçbir yerinde görülmeyen o kadifemsi çiçek.
Rengi gibi hikâyesi de gizemli.
Toprağın karanlığından doğup ışığa açılıyor.
Tıpkı bu şehrin geçmişi gibi: acıyla beslenmiş, ama zarafetle yaşamış.Rotamızın bir sonraki durağı, inancın kalbinde atan bir yer: Balıklıgöl.
Hz. İbrahim’in Nemrut’un ateşine atıldığında, Allah’ın emriyle suya dönüşen o kutsal mekân.
Ateşin su, odunların balık olduğu mucize…
O mucizenin yankısı bugün hâlâ gölün sularında dolaşıyor.
Balıklar kutsal sayıldığı için dokunulmuyor, izleyen her gözde sessiz bir saygı var.Balıklıgöl sadece bir ziyaret noktası değil, inancın kalbe dokunduğu bir durak.
Yanı başındaki Şanlıurfa Arkeoloji Müzesi ve Haleplibahçe Mozaik Müzesi, kentin binlerce yıllık hafızasını tamamlıyor.
Arkeoloji Müzesi’nde Göbeklitepe’den çıkarılan eserler sergileniyor; taş heykellerin yüzlerinde, insanlığın ilk dualarının izlerini görüyorsunuz.
Haleplibahçe’deki mozaikler ise Roma döneminin zarafetini bugüne taşıyor; su perileri, tanrılar, av sahneleri…
Bir müzede tarih, diğerinde inanç… İkisi birleşince, insanın içine işleyen bir bütünlük doğuyor.Yine de Balıklıgöl’ün çevresinde bazı manzaralar, bu manevi atmosferi gölgeliyor.
Kirlilik, düzensizlik ve yorgun yapılar, hikâyenin derinliğine yakışmıyor.
Oysa biraz özen, bu kutsal alanı dünyanın saygıyla andığı bir merkez haline getirebilir.Ve işte sıra geldi Göbeklitepe’ye.

Dünyanın bildiği tarihin bile öncesine uzanan o yere…
İnsanlık tarihinin “sıfır noktası” denilen bu topraklara adım attığınızda, modern dünyanın bütün kavramları anlamını yitiriyor.
Çünkü burası, medeniyetin başladığı, insanın Tanrı’yı ilk aradığı yer.12 bin yıl öncesinden kalan T biçimli dev taşlar, dairesel şekilde dizilmiş sütunlar…
Ne çanak çömlek, ne yazı, ne tekerlek vardı.
Ama insanlar bir araya gelmiş, elleriyle taşa şekil verip bir inanç alanı kurmuşlardı.
Kimi taşların üzerinde turnalar, aslanlar, yılanlar…
Her biri bir anlam taşıyor, her biri bir dil konuşuyor.
göbeklitepe sadece bir kazı alanı değil; insanlığın uyanışının hikâyesi.Kazı alanına bakan tepede durduğunuzda rüzgârın sesi bile değişiyor.
Taşlar konuşuyor, tarih nefes alıyor.
Orada zaman çizgisel değil; geçmişle gelecek aynı noktada buluşuyor.
Ve insan, ilk kez gerçekten “nereden geldiğini” hissediyor.Yine de, bu kadar büyülü bir yerin bazı eksikleri yok değil.
Girişteki yetersiz yönlendirme tabelaları, bakımsız alanlar ve geçici konteyner tuvaletler, böylesine kutsal bir mekânın ruhuna gölge düşürüyor.
Oysa buraya yakışan, modern ve çevreye uyumlu bir ziyaret altyapısı olmalıydı.
Tarih bize ışık tutarken, biz hâlâ o ışığın önüne perde çekiyoruz.Akşam şehir sessizleştiğinde, sıra gecesi sesleri yankılanıyor Urfa sokaklarında.
Daracık avlulardan yükselen türküler, kahkahalar, çay buharı...
“Urfa’nın etrafı dumanlı dağlar” ezgisiyle herkes aynı masada buluşuyor.
Bir şehir düşünün; bir yanında insanlığın ilk tapınağı, diğer yanında bin yıllık ezgiler.
Urfa’da tarih, inanç ve müzik birbirine karışıyor.
O yüzden Urfa sadece gezilmez — hissedilir.
Eyyub Peygamber’in Sabır Durağı
Urfa’dan Mardin’e doğru yola çıkarken uğradığımız bir başka durak, Hazreti Eyyub Peygamber Türbesi oldu.Sabır Peygamberi’nin adını taşıyan bu mekân, yüzyıllardır inancın ve teslimiyetin sembolü.
Kültür ve Turizm Bakanlığı gerçekten güzel bir düzenleme yapmış; geniş bir kampüs, bakımlı yollar, etrafında huzur verici bir atmosfer...
Hz. Elyesa Peygamber’in ve Hayra Hatun’un kabirleri de aynı avluda yer alıyor.
Her şey ilk bakışta gayet derli toplu görünüyor.
Ama birkaç adım sonra, gerçeğin kapısı açılıyor.Kampüsün girişindeki tuvaletlerde ne görevli var, ne akan su.
Şadırvanlar kupkuru, lavabolarda damla yok.
Elektrik kesik deniyor ama bahçedeki çeşmeler şırıl şırıl akıyor.
Demek ki sabır, sadece Peygamber’e değil, ziyaretçiye de farz!Caminin içinde hoca yok, “tayinleri çıkmış” diyorlar.
Peki ya yerine neden yenisi yok?
İnanç merkezinde görevli yoksa, inanç kimde kalıyor?
Birileri türbelerin yanında para topluyor; ne makbuz var, ne açıklama.
Kimin adına, ne için, kimse bilmiyor.
Ama belli ki “sadaka” tabelası arkasına saklanmış bir düzensizlik var.Sabırla anılan bir mekânda, sabır taşını çatlatacak kadar ihmal görmek üzücü.
Oysa burası öyle bir yer olmalı ki, gelen insan huzurla ayrılmalı.
Kültür ve Turizm Bakanlığı’na mı, müftülüğe mi, belediyeye mi düşer bu sorumluluk bilemem ama… birileri bu kötü tabloya artık el atmalı. Bu kutsal mekân, “sabır sınavı” değil, saygı sınavı olmalı.
Ve bu sınavda kimse sınıfta kalmamalı.Mardin: Taşın Dili, Işığın Şehri
Mardin’e vardığınızda, ilk fark ettiğiniz şey sessizlik değil; taşın konuşması.Güneşle birlikte rengi değişen sarı kalker taşları, sanki her biri başka bir çağdan selam gönderiyor.
Dar sokaklardan yükselen dualar, kilise çanlarına karışıyor; minareyle çan kulesi, aynı gökyüzünde buluşuyor.
İşte Mardin bu yüzden bir şehir değil, bir kültür mozaiği, bir dua yankısı.Teraslardan Mezopotamya ovasına baktığınızda, göz alabildiğine uzanan bir tarih seriliyor önünüze.
Binlerce yıl boyunca onlarca medeniyet aynı ufka bakmış, aynı toprakta yaşamış.
Geceleri ise şehir adeta altın bir kumaşa bürünüyor.
Taş evlerin pencerelerinden süzülen sarı ışıklar, Bodrum sahillerini bile kıskandıracak bir ışıltı yaratıyor.
Ama bu ışık sadece elektrikten değil; inançtan, hoşgörüden, geçmişten gelen bir aydınlıktan doğuyor.Her adım, bir hikâyeye çıkıyor.
Midyat’ta ustaların taş işçiliğiyle oyduğu evlerin arasında yürümek, insanı başka bir zamana taşıyor.
Bir terastan şehri seyretmek, gün batımında ezan sesiyle kilise çanının aynı anda yankılanışını duymak…
Belki de Mardin’i anlamanın en sade yolu bu: farklılıkların bir arada huzurla var olabildiği bir kadim denge.Dara Antik Kenti ise yerin altına saklanmış bir dünya gibi.
Tarihin derinliklerinde, mağaralarla, tünellerle, su sarnıçlarıyla örülü bir yaşam alanı.

Her taş, Roma döneminin mühendisliğini, insan aklının sınır tanımazlığını anlatıyor.
Deyrulzafaran Manastırı ise başka bir sessizlikle karşılıyor ziyaretçisini.
Taş avlularında yankılanan dualar, Süryani geleneğinin asırlık huzurunu fısıldıyor.
İnanç, burada sadece bir ritüel değil — bir varoluş biçimi.
Hasankeyf: Sular Altında Kalan Zaman
Mardin’in büyüsünden sonra Batman’a uzanan yolda, yürek burkan bir hikâyeyle karşılaşıyorsunuz: Hasankeyf.Bir zamanlar Dicle kıyısında yükselen o kadim şehir, şimdi baraj sularının altında nefes almaya çalışıyor.
Tekneyle o sulara açıldığınızda, tepede yalnız kalmış köprü kemerlerine, yarısı gömülmüş mağaralara bakarken bir sessizlik çöküyor.
Bu manzara bir manzara değil; tarihe karşı işlenmiş bir suçun tanıklığı.
Yüzlerce mağara, cami, kilise, köprü…Hepsi binlerce yıl boyunca insanlığın izlerini taşımıştı.
Şimdi ise yalnızca suyun yansımalarında silik gölgeleri kalmış.
Tarih bazen yıkılarak değil, sessizce boğularak kayboluyor.
Hasankeyf tam da o kayboluşun adı.O an fark ediyorsunuz; bazen geçmişi korumak, sadece müzelerde değil, vicdanlarda başlıyorBir Yolculuk, Bir Ülke, Bin HikâyeMersin’den yola çıktık, denizin tuzlu kokusu hâlâ üzerimizdeydi.
Tarsus’ta tarihle göz göze geldik, Gaziantep’te taşlarda emeği, müzelerde direnişi gördük.
Urfa’da inancın sessizliğine, Mardin’de hoşgörünün sıcaklığına, Hasankeyf’te ise kaybolan bir geçmişin acısına tanık olduk.Her şehir, başka bir duyguyu fısıldadı kulağımıza.
Mersin modernliğin telaşını, Tarsus geçmişin izini, antep emeğin ve mücadelenin onurunu anlattı.
Urfa taşlarda duayı, gecelerde türküyü; Mardin ışığın ve inancın kardeşliğini gösterdi.
Ve Hasankeyf…
O bize sustu; çünkü bazı hikâyeler anlatılmaz, sadece hissedilir.Bu yolculukta anladık ki, Türkiye bir ülke değil, birbirine eklenmiş binlerce hikâyeden oluşan bir destan.
Her taşında bir dua, her sokağında bir şarkı, her insanında bir iz var.
Yeter ki bakmayı, duymayı, hissetmeyi bilelim.Yollar bitti belki, ama hikâyeler hâlâ devam ediyor…
Çünkü bu topraklarda, her gün yeni bir tarih yazılıyor.




















