Muska- İsi melikzade

TAKİP ET

Azerbaycalı yazar ve senarist İsi Melikazade'nin, "Muska" adlı esrini Azerbaycan Devlet Tercüme Merkezi çevirdi.

Muska

Ağarahim Borçalı`da sadece bir gece kaldı. Bu da iş miydi şimdi? Bu gün gel, yarın dön. Hiç değilse, üç dört gün Bakü’nün kalabalığından, gürültüsünden uzak olsaydı. Borçalı’nın “kaymak” gibi

havasını solusa, “bal” gibi tatlı suyundan içseydi. Ağarahim hevessiz “Ciguli”ye binerken kayınvalidesi ona gitmesin diye ısrar etti.

Ağarahimi’in eşi Pervane hanım onu yerine cevap verdi: “Gitmesi

gerek, Pazartesi Üniversitede olması lâzım, akşam şubesi öğrencilerine sınav yapması gerek...”

Sağında ve solunda küçük, gri tepeler gördüğünde Ağarahim,

arabada yalnız başına gitmenin ke kadar zor olduğunu anladı.

Arabada yalnız gitmek işgence gibiydi. Geldiğinde çoluk çocuk bir

aradaydı ve o zaman buralar bu kadar gri, kimsesiz, eğri, dolanbaç durmuyordu, asfalt insanın gözünü yormuyordu. Geldiğinde

tekerleklerin sesi duyulmuyordu, ama şimdi... Sese bakar mısın?

Sanki çağlayandı, insana uykuya daldıracakmış gibi ninni söylüyordu.

Ağarahim daha gitmesi gereken dört yüz kilometreyi düşündüğünde, sıkılmaya başladı. O an sıkılarak giderse daha çok daralacağını fark etti. Kendi kendini sakinleştirmeye çalıştı. İçinden

boş vermek gerektiğini söyledi. Altında ceylan gibi “ Cigulu”si vardı. Dörtyüz kilometrenin lafı mı olurdu? Kaldı ki, yalnızlık... Onun

da çaresi var. Radyoyu aç, ses gelsin, ya da teybi çalıştır, ne kadar

istiyorsan söyler o senin için. Anam babam teybi ne için aldın, şu

Japon işi teybe bin manat ne için verdin?

Ağarahim teybin ucuna takılmış kasedi parmağıyla içeriye

doğru itti ve şarkıcı kadının sarhoş adam sesine benzeyen boğuk,

yorgun sesi aracın salonuna dolup, tekerleklerden kopan ses çağlayan sesini batırdı.

Ağarahim teybin kapağındaki kasedi parmağıyla içeriye ittiğinde türk kadın sanatçının, erkeksi,kalın sesi arabanın içinde dönerek tekerleklerden gelen sesi batırdı.

Benim gönlüm sarhoştur -

yıldızların altında.

Sevişmek, ah, ne hoştur -

yıldızların altında.

Yanmam gönlüm yansa da,

Ecel beni alsa da,

Gözlerim kapansa da -

yıldızların altında.

Şarkıyı dinlerken Ağarahim`in düşünceleri dağıldı. Evet ya...

Bakü’deki üç odalı dairesinde tam tamına bir ay yalnız kalacaktı.

Bir ay ne karısının yüzünü görecek, ne de kızının. Kendi kendine

hizmet edecek: çay demleyecek, çorba kaynatacak, evi derleyip

toplayacaktı. Tamam, arada sırada abisine gidecek, ama bu bile

onu yalnızlık acısından kurtarmayacak.

Ağarahim evlendikten bu yana her yaz bu durumu yaşıyordu.

Pervane lisede öğretmendi, dersler bitince çocuğu da alıp ailesinin

yanına gidiyordu, Ağarahim de Bakü’de tatil gününü bekleyerek

geçiriyordu, Eşiyle çocuğu bu kez trenle gitmedi, Ağarahim onları

yeni aldığı “Ciguli”de götürdü. Araba iyi bir şeydi, vallahi; nerede

istiyorsun dur, dinlen, bekle. Günün hangi zamanında istersen bin

aracına, çek istediğin yere: dağa, bağa, ormana ... Ama Pervane’nin

garip bir huyu var: gencecik kadın olmasına rağmen, gezip tozmaya

hiç hevesli değildi. Pervane nereye dese Ağarahim onu oraya götürüyordu. Yurtdışına bile götürüyordu. Sağolsun kardeşi Ağakerimtatil ayarlamak onun elinde çok da zor bir iş değildi. Tüm kapıların

ardıbna kadar açılması için bir kez araması yeterdi. Ama maalesef

Pervane Borçalı’dan başka yeri beğenmiyordu. Hem de, “Yaşlıların

gözü yolda, bizden baska da kimseleri yok zaten. İki ay onların yanında kalmamız bile yeterli”, diyordu.

Eşinin sözleri Ağarahim’in aklına yatıyordu. Gerçekten de,

yılda iki ay kadar bir süre içersinde bile olsa Borçalı’dakı yaşlıları

avutmak sevaba da giriyordu, üstelik kulu da sevindiriyordu. Ama

şimdi Ağarahim bir karar verdi. Artık karısının isteklerine teslim

olmayacaktı, Ağustos’un sonuna kadar Boçalı’da takılıp kalmayacaktı. Eskiden arabası yoktu, eli kolu bağlı gibiydi, şimdiyse şükürler olsun arabası da vardı, parası da. Borçalı’da bir, iki hafta kalması yeterliydi, sonra çoluk çocuğunu “Ciguli”ye dindirip geziye

götürecekti. “Anam, babam arabayı neden aldım, niye onca para

verdim? Pervane’nin de akrabaları artık bir zahmet affetsinler bizi,

ben de artık içimden geldiği gibi yaşamak istiyorum.” Ağarahim ciddi bir sorunu kafasında çözmüş bir adam rahatlığıyla derin nefes aldı. Kafasında dönen düşüncelerle bir baktı

ki, Gazah’a varmış. İlerideki uçak heykeli gün ışığında öylesine

parlıyordu ki, sanki, uçak değildi bu, doğmuş kanatlı bir güneşti. Ağarahim bu uçağı ilk pilotun anısına yücelttiklerini biliyordu.

Sağ olsunlar Gazahlılar, işle güçle uğraşmalarına rağmen, ölmüş

yiğitlerini dahi unutmuyorlar. Anıtın başlanğıcında yol ayrımı vardı. Sola dönen yol geniş, asfalttı, ta Gazah’ın içinde giriyordu ve

bu yol Ağarahim’i Bakü’ye götürüyordu. Sağa taraf ayrılan yol köy

yoluydu, bu yolda uzakta ot kümesine benzer bir şeye vardı, ama

yaklaşınca, bunun samanlık değil, yük aracı, arkasına ot yüklenmiş

bir araç olduğu anlaşıldı.

Yol ayrımına varınca Ağarahim teybi kapattı, hızı azalttı, ayrımın başlangıcında durmuş aracın yanından geçerken ani bir ses

duydu: “Ciguli” sallandı, sağ yandan ön kapının camı kırılarak

koltuğun üzerine döküldü, Ağarahim bu sesten, bu sallanmanın

sebebini anlamasa da, daha sonra belinden ağrı koptu, sanki böbreklerine bıçak saplandı. Eli- ayağı titredi. Freni güçlükle çekerek

arabadan bir şekilde indi.

“Ciguli”nin sağ taraftan önü bozulmuştu, ön kapı eğilip içeri

girmiş, sağ fenerse kırılmıştı. Ağarahim korkudan kalbine inecekmiş gibi titreyerek kamyona doğru baktı. Bir genç, zayıf bir çocuk

donup kalmıştı. O kadar zayıftı ki, avurdu avurduna geçiyordu. İnsan o ince, siyah bıyığını görmese onu çocuk sanırdı. Ağarahim’in

belindeki ağrı hâlâ dinmemişti, sıtmaya yakalanmış gibi kolları,

bacakları hâlâ titriyordu: Boğazı düğümlü:

“Naptın, kardeşim?”, dedi. O an, sesinin ağzının içinde boğulup kaldığı düşüncesine kapıldı. Ama adam onun sorusunu duymuştu. O da sesi titreyerek:

“Bilmeden oldu amca, vallahi görmedim.”, dedi.

Adamın gözleri ya doğuştan böyle büyücekti, ya da korkudan

büyümüştü. Ağarahim onun gözlerinin büyük olduğunu düşündü.

Ağarahim’in zorlandığı zamanlar olmuştu, korktuğu zamanlar bile

olmuştu. Fakat, hiçbir zaman beli böyle canı yanarak ağrımamıştı.

Böbreklerinin bu tür ağrıdığı, sırtının bu tarz zonklayarak ağrıması

ilkti. Sırtındakı ağrı nefesini kesiyordu. Ağarahim “Ciguli”nin yanıbaşında ağrıdan yere uzanmak istiyordu, gücsüz kalan bedenininne olursa olsun dinlendirmeğe ihtiyacı vardı. Ama, çocuğa benzeyen bu gücsüz gencin yanında işte bunu gururu kaldırmıyordu. Ne

desin, ne konuşsun hiç bilmiyordu. Ağzına geleni mi söylese acaba, tekme tokat dalsa, dövse mi? Neydi bu böyle, nasıl bir kazaydı?

Bu ot dolu araba nerden çıkıverdi birden, şeytana benzeyen bu it

oğlu it nerden çıktı?

Tirtir titrerken birden aklına Pervane’nin sözleri geldi.

Pervane defalarca onu, “Arabada muska filan bulundur, nazar

değse, kazadan, belâdan korur seni”, diye tenbihlemişti onu. Fakat, Ağarahim nazara, nazar boncuğuna, büyüye filan inanmıyordu, ama Pervane’nin uyarısını kaale almadığı için şimdi pişman

olmuştu.

Ağarahim içindeki titremeyi belli etmemek için nefes alışlarını

ayarladı.

“Kör müydün? Arkandan geldiğimi görmüyor muydun? ”, dedi.

Genç adam yutkunarak.

“Görmedim, vallahi. Bu gerizekalı arabanın arka tarafı gösteren aynası yok. Ot ta izin vermiyordu. Bir an dönmek isteyince....”

adam cesaretini topladı. Ağarahiman’e yaklaşarak: “Şükür çok ciddi bir durum yok”, dedi. Aracın berbat hâle gelen kapısına baktı:

“Düzelir, yeter ki, ölüm falan olmasın”, dedi. Ağarahim çevreye bakındı. Böyle kullanışlı bir yolda kimse gözükmüyordu. Olsa, hiç

değilse Ağarahim’in tarafını tutardı, onun günahsız olduğunu filan

savunurdu.

Genç de Ağarahim gibi çevreye filan bakındı, sonra büyücek

gözlerini gözlerini Ağarahim’in yüzüne dikti:

“Amca, polis filan gelmeden kaybolalım hemen burdan.”, dedi.

Ağarahim kafasını salladı.

“Polis çağıralım.”

Genç yalvarmaya başladı:

“Vallahi arabanı yaptıracağım. Darbe aldığı belli olmayacak

bile. Tüm masrafları da karşılayacağım.”

Bu “Ciguli”nin daha önceki “Ciguli” olmayacağı fikri aklına

geldiğinde Ağarahim`in damarlarında kanı akmamaya başladı.

Ağarahim öfkesini bu pörtlek gözlü adamdan çıkarmak istedi. Bağırmak istedi, fakat neden sesinin kısıkçıktığını bir turlu anlayamadı. Kendi gücsüzlüğünden, acizliğinden bıkan insan gibi ağlamaklı

oldu.

“Neyi yaptıracaksın? Mahvettin arabayı. Benim yarın Bakü’de

olmam gerek. Ne yapacağım ben şimdi ?”

Adamın yüzünde mahzun bir ifade oluştu, gözlerinden korktuğu belli oluyordu ve bu gözler dile gelip dedi ki, “döv, söv, vur,

öldür”, haklısın.”

Genç çekinerek:

“Gidelim. Hemen bugün yaptıracağım. Seni de gece bizzat ben

götüreceğim Bakü’ye.

Ağarahim’in susması çocuğu biraz da cesaretlendirdi.

“Kurban olurum, amca. Zaten benim bir sürü sorunum var. Bir

belâdan yeni yeni kurtuldum. İkinci belyla uğraşmamın sana nasıl bir faydası olacak ki? Gidelim mi polis falan gelmeden? Genç

yük dolu araca bindi. “Peşimden gel!”, dedi. “Takma kafana, vallahi hâllolacak.” Ağarahim uykudan yeni kalkmış, nerde olduğunu

kestiremeyen insan gibi sersemdi. Çim arabasının peşinden gidip

gitmemem konusunda kararsızdı. Beklese mi acaba? Ama neyi

beklesin? Belki de polisler akşama kadar hiç buraya gelmeyecek.

Belki, bu şeytana benzeyen çocuk “Cigulu”yi sahiden yaptıracak

mıydı? Polisi beklemek gereksizdi? Ağarahim’e yeni bir araba alacak değildi ya?

Ağarahim “Ciguli”ye bindi. Neden bindiğini kendisi de anlamadı. Çocuğun peşinden gitmek istemiyordu. Ağarahim ateşle su

arasında kalan hastalıklı adama benziyordu, ama ateşin hangi tarafta, suyun hangi tarafta olduğunu bilmiyordu.

Çim arabası yavaş yavaş uzaklaşıyordu. Ağarahim arabanın arkasından baktı, deminkinden daha fazla korktu, “İt oğlu it, kaçıp

gidiyor galiba”. Çim aracı durdu, çocuk kafasını kabinden çıkarıp

Ağarahim’e el salladı ve Ağarahim “Ciguli”yi köy yoluna doğru çevirdi...

Neredeyse birbirine bağlı iki üç köyün içinden geçtiler. Sonra

ana yoldan çıkıp, dar toprak yola döndüler. Köyün adının yazılmış

olduğu demir levha köşedeki direğe monte edilmişti. Ağarahim bir

bakış atarak demir levhadakı yazıyı okudu: “Alpoud.” Ağarahim

nefes alarak kafasını salladı. “Adı Alpoud olan köyün insanları nasıldır kim bilir? “Alpoud nedir yahu?”

Geniş sokaklı, çitleri ağaçtan filan yapılmış bahçeye girdiler. Çocuk kabinden iner inmez direksiyan başında kala kalmış

Ağarahim`e yaklaştı.

“ Hoş geldin, kardeş”, dedi, sonra yüzünü eve taraf dönerek

seslendi:

 “Anne, misafirimiz var!”

Ağarahim çocuğun yöneldiği yöne bakarak arabadan indi.

Evin balkonunda yatağın üzerinde yaşlı, kilolu bir kadın oturuyordu. Kadın yanındakı eşarbı alarak başını kapadı.

“Kurban olurum ben o misafire”, diyerek zar zor yataktan indi.

İhtiyar kadın bir yaşlı erkek vasatlığıyla yürüyordu. Uzun, geniş

eteği onun daha kilolu gözükmesine sebep oluyordu. Ağarahim`in

yanına vararak el uzattı, selâmlaştı, nefessiz kalarak: “Yavrum, hoş

geldin”, dedi.

Ağarahim kafasını salladı. Tanımadığı insanlarla merhabalaşmaya mecbur değildi. Bu kaza olmasaydı dünyada “Alpoud” adlı

bir köyün varlığından belki de hayatı boyunca habersiz kalacaktı,

şeytasuratlı bu çocuğa da raslamayacaktı, beyaz gömleğinin altından karın kasları belli olan, sarkık göğüslü bu kadını da görmeyecekti ve bunlar olmadan da rahatca hayatını devam ettirecekti. Bu

insanlarla aynı yerde, aynı alanda yaşamakla baska bir kıtada, mesela Afrika’da yaşamak arasında çok ta büyük bir fark yoktu.

Kadının yüzü esmerdi, yuvarlaktı - erkek yüzünü andırıyordu

- bir gözü yarıya kadar beyaz perde ile kaplıydı. Öncekinden daha

sakin bir sesle:

“Eve geçsene kurban olduğum”, dedi.

Ağarahim dudağının arasında mırıldandı. Kadın eve doğru giderken:

“Gelin, hey! Bir sandalye getiriver misafire!”, dedi.

Gelin elinde sandalye odadan çıktı, sanki deminden sandalye

alıp içeride hazır bekliyordu. Sandalyeyi az daha koşarak getirerek

armut ağacının gölgesinde bir yere bıraktı ve hemen eve döndü.

Yabancıyı böyle ağırlama Ağarahim’in hoşuna gitmedi. Ağarahim bakışlarıyla şeytan suratlı çocuğu aradı. Çocuk çim araçının

yanında durarak dalğın dalğın sigarasını pöfürtüyordu. Yanında üçdört yaşında bir kız çocuğu duruyordu. Kız keten kumaştan yapılmış oyuncak bebeği göğsüne sıkıp çocuğu süzüyordu, ama genc

galiba, onu görmüyordu. Kızın nereden çıktığını, nereden geldiğini

Ağarahim de görmemişti, ama şimdi kızı düşünmenin hioç sırası

falan değildi. Acelesi vardı. Aracı yaptırmak gerekti.

Genç adam sigarayı yere atarak ayakkabısı ile ezdi. Yakınlarda

yem yemekte olan tavukların üzerine yürüdü. Tavuklar, ayrılarak

koştular. Ahırın arkasında saklandılar. Çocuk hâlâ onların peşinden koşuyordu.... Az sonra her elinde bir piliç belirdi.

Ağarahim’in dili, dudağı kurumuştu, içinde sanki ateş tütüyordu, hem de bu ateş çoktan-araç kaza yaptığı andan itibaren tütüyordu ve Ağarahim’in göğsünecayır cayır yakıyordu.

Çocuk piliçleri kestikten sonra Ağarahim:

“İçecek su var mıdır, biraz..?”, dedi.

Gencin büyücek gözleri parladı.

“İçecek de var. İsterseniz yıkanmak için de.”, dedi. Koşa koşa

giderek sürahiden bir bardak su koyup getirdi.

Ağarahim yüzünü yana dönerek suyu hızla içti. Su sanki içindeki koru söndürerek süzülüp gitti ... Yine içe bilirdi, istemedi. Bardağı çocuğa geri verince içinden, “sağol” demek geçse de demedi.

Genç adam utanarak sordu:

“Adın ne, amca?”

Gencin “amca” demesi Ağarahim’i hiç mi hiç memnun etmiyordu. Ağarahim içinden gelmese de, adını söyledi. Çocuk bu tanışmadan çok memnunmuş gibi gülümsedi:

“Benim adım da Binnet”, dedi. “ Sen dinlen burada, ben usta

aramaya gidiyorum... İnşallah köyde bulurum onu. İşinin eri, o

yüzden hep koşturmaca içersinde. Sürekli oraya, buraya götürüyorlar. Bozuk arabaların anası. Kendi yapar, kendi boyar. Çok becerikli bir usta. Ağarahim inanmadı. “Alpoud” adlı köyde becerikli

bir ustanın olacağına inanmıyordu.

Çocuk balkona çıktı. Ahşap yatağın üzerinde uykuya dalmaya

çalışan kadına bir şeyler söyledi. Kadın vaveyla çekerek elleriyle

dizlerini dövdü. Genç adam balkondan inerken sabırsızlıkla:

“Hemen kızma anne, bilerek yapmadım ya.”, dedi.

Binnet dışarı çıkınca Ağarahim armut ağacının gölgesindekisandalyede oturuyordu. Avluya bakınca avlunun çok büyük olduğunu gördü. Avlunun açık tarafında kış balkonundan ve eski

ahırdan başka yapı yoktu. Evin önünde kocaman, ucu gözükmeyen

bahçe, bahçeninse içersinde çeşitli ağaclar vardı. Çiftliği andırıyordu. “ Bu kadar büyük bir bahçesi olan insanın muhtemelen parası

da çoktu. Tavuğa, pilice bak hele bir, say say bitmez. İnek, manda,

köyün, küzü da var. Fakir değiller bunlar.”

Gelin üstüne küçük, temiz sofra serilmiş sehpayı Ağarahim’in

önüne koydu. İnce belli bardakta çay getirdi. Bir kez bile olsun kafasını kaldırmadı, gözünün ucuyla da olsa, Ağarahim’in yüzüne

bakmadı. Ama Ağarahim gizlice ona baktı ve “Alpoud” adlı bir köyde böyle güzel gelinin olduğuna inanmadı. Esmerdi gelin. Dudaklarının rengi olgunlaşmış kirazı andırıyordu. Parlak, ışıl ışıl gözleri

vardı. Tezcanlıydı, yürüdükce göğüsleri kabarıryordu.

Gelin, kış balkonunun önünde çömelib çolpaları yolurdu. Ağarahim yan taraftan ona bakarken iç geçirdi. “Eğer bu güzel kadın

Binnet’in karısıysa, yazık... O şeytana benzer herifin nesine tutulmuş ki?” Ağarahim’in aklına kendi eşi geldi. Zaten esmerdi rengi

biraz da morardı.” Keşke onu dinleseydim, keşke arabada bir tane

muska buldursaydım. Hiç değilse diken miken...”

Küçük kız “Ciglunu”nin yanında durup ağlıyordu. Elindeki

oyuncak bebeği göğsüne bastırmıştı. Gelin işini yarm bırakarak

çocuğun yanına gitti. “Cigulu”nin ön kapısını yavaşca açtı. Çocuk

hemencecik süstü, arabaya binerek direksiyonun arkasında oturdu. Ağarahim’in sinirleri tepesindeydi. “Sanki, dedlerinden kalmış

yahu.”

Ağarahim çaya dokunmadı. Sıkıldı. Kalkıp “Ciguli”ye yaklaştı.

Araç gözünden düşmüştü. Bakmak dahi istemiyordu ona. Çocuğa baktı. Kız bebeği dizinin üzerine koymuştu. İçerisi sıcaktı ama

buna rağmen sessizce öylece oturuyordu. Çocuk biraz Binnet’e

benziyordu, hele hele gözleri; kocaman, büyük kirza kadar. Kestane renkte, kısa saçları yavru kuzunun tüyü gibi kıvırcıktı. Dizinin

üzerindeki oyuncak bebek de ilginç bir bebekti. Ağarahim hayatı

boyu böyle oyuncak bebek görmemişti. Beyaz ketenden kafa yaparak küçük bir tahtaya monte etmişlerdi. Kocaman, sivri kafanın

ortasında siyah kurşun kalemle ağız, burun, kaş göz çekmişlerdi.

Bebeğin omuzları yoktu - her omuz yerinden bir çift kol sarkıyordu - üzerine el kadar, etek giydirmişlerdi. Nedense Ağarahim, bu

komik bebeğin dudakları olgun kiraza benzeyen o gelinin yaptığını

düşünüyordu.

“Nerelisin, anam, babam?”

Ağarahim ani sesten irkilir gibi oldu. Hemen geri döndü; şişman kadın onun arkasında zar zor nefes alarak duruyordu. Ağarahim:

“Bakü’lüyüm”, dedi.

“Çalışıyor musun?”

“İnşaat Üniversitesinde öğretmenim. Fizik öğretmeni ...”

“Allah esirgesin seni.” Kadın galiba ayakta durmaya zorlandı.

Ellerini yere yaslayarak çayırlıkta oturdu. “Anan, baban hayatta

mı?, dedi.

“Ağabeyim var.”

“ O da mı çalışıyor?”

Ağarahim:

“Evet”, dedi. Bu cevabın yetersiz olduğunu, bu şişman kadının

onun kardeşinin öyle herkese muhattap olacak biri olmadığını anlasın diye devam etti:

“Üst görevde çalışıyor”, dedi.

“Allah daha üstleri nasib eylesin!”

Ağarahim anladı ki, bu şişman kadın ona bir şeyler söylemek

istiyor. Bir niyeti var bu kadının yoksa sürüne sürüne, şişman vücudunu sürükleyerek avlunun o ucundan bu tarafına gelmezdi.

“Evli misin, yavrum?”

“ Evet. Bir de çocuğum var. Beş yaşında ...”

İhtiyar kadın “Ciguli”ye taraf bakarak iç geçirdi.

“Şansı yok Binnet’in. Körtalih bu adam. Doğduğundan beri

başı hep belâda. On yaşına kadar hastalık filan. Ölür diyorduk,

yaşamaz.Ama ölmedi. Ölmedi ama adam akıllı da büyüyemedi.

Sütten keşik oldu. Kurban olduğum Allah. İllaki bir bildiği var....

Elâlemin çocuğu okdu, iş güç sahibi oldu. Bu derse de yatkın olmadı. Önünde de bir baba yoktu ki, dövsün, sovsun okutsun. Binnet

beşindeydi babası göçüp gittiğinde. Çiflikte çalışıyordum. Şafak

sökmeden işe gider, güneş batınca dönerdim. Ağarahimbirden nedüşündüyse Binnetvin yaşını sorduş Kadın içinde bir şey hesaplıyormuş gibi duraksayarak:

“Büyük oğlum Efendi kırkında, Onun küçüğü kız. Şimdi köyde. Evlendi. Kocaya giti. Dört çocuğu var. Kız, Efendi’nin üç yaş

küçüğü. Kızla Binnet’in arasında üç yaş fark var.

Ağarahim’in hesabına göre Binnet otuz beş yaşındaydı. “Cüceye bak, benden üç yaş büyük ama bana amca diyor. Minyon diye

genç duruyor.” Koca gökyüzüne dönerek ah çekti. Ağarahim kadının yarıya kasar beyaz perde inmiş gözünün kaybolduğunu ve

muhtemelen ne zamansa diğer gözünün de kör olacağını zannetti.

“Bunları yarı aç, yarı tok büyüttüm, yavrum. Şimdi emekli oldum, ayda iyirmi üç manat maaş alıyorum. Onu vermeseler dahi

geçiniyorum. Benim masrafım ne kadar ki? Efendi çiflikte traktor

şoförü. Evi ayrı, beni de unutmuyor. Allah benim ömrümden alsın, ona versin. Kızdan da razıyım. Ancak bu çocuk...İhtiyar kadın

başındakı yemenisinin ucuyla gözünün yaşını sildi. Bacaklarımda

romatizma var.Can havlindeyim. Bu çocuk ta diğer taraftan ömrümü yedi, bitirdi”, dedi.

Kadının derdini, sitemini dinleyecek hâli yoktu Ağarahim’in.

Kalbinin yumuşayacağından, Binnet ve acıyacağından korkuyordu. Kadından uzaklaşmak istedi. Fakat kadın onun niyetini anlıyormuş gibi burnunu çekip konuşmaya devam etti:

“Bir yerde tutturamıyor çocuk. Gah çiflikte çalıştı, gah demiryolunda. Sonra Efendi alıp götürdü yanına, traktör kullanmayı öğretti ona. Ordan da kaçtı. Uzun süre serseri serseri dolaştı. Askere

gitt, orda şoferlik okudu ... Döndüğünde çiflikte eski bir araç verdiler. Akıllanmıştı, işiyle uğraşıyordu. Büyüdü sandık, evlendirdik.

(Kadın kafasıyla balkondakı gelini işaret etti.) O helâl sütemmişi

aldık ona. Bir kızları doğdu. Şu senin arabadaki... Gelin ikinci çocuğa hamileyken Allah Binnet’e belâ gönderdi. Arabayı devirdi.

Kaza yaptı. Esnaf kandırmış. Çocuk da genç ya heves etmiş, lahanayı doldurmuş araca, sürmüş taaaa Ermenistan’a doğru. Kurban

olduğum Allah ta gözden çıkardı sanki bunu.Araba uçmuş derenin

dibine kadar. Esnaflardan birinin kolu kirkiti, birinin bacağı sakatlamıştı, kendisininse burnu dahi kanamadı. Binnet’i tutukladılar,

Bir yıllık aldılar içeri. Çocuk içeriye düştükten sonra gelinin gözündeki yaş dinmedi. Sabah akşam ağlayıp duruyordu. Naptıysak sakinleşmedi. O kadar üzüldü ki, sonunda çocuk ölü doğdu, üstelik

zamanından da önce. Hem de erkek çocuk...”

Ağarahim balkonda sırtı dönük kurcalanan geline baktı ve gelinin ondan nefret ettiğini düşündü. Bir “Merhaba” bile der, misafiri “buyur” ederdi. Galiba bu şişman kadın da ondan nefret ediyordu. Belki de, onu Allah’ın gönderdiği ceza filan sanıyor. Ağarahim

az kalsın kadına dönerek “Anne, ben suçsuzum, günahım filan yok,

kötü biri de değilim ben. Eğer kötü biri olsam, polis çağırır oğlunu

polise verirdim.”

“Hapisten yeni çıktı gariban. Çok yalvardık ondan sonra çiflik

eski püskü bir traktör verdi ona. Araç da zaten eski. Her tarafı yapıldı. Bazen bozuluyor, günlerce yapılmıyor. Sabah erkenden Binnet

dedi ki, “Anne buğun pazara gideyim de ineğe, mandaya ot falan

alayım. Dedi gitmi çocuğum, içime estyti ya başına bir şey gelecek,

belâ da peşini bırakmıyor zaten. Gitti, böyle oldu. Gece de kötü

rüya görmüştüm. Şimdi ne yapacak, nasıl edecek bilmiyorum. Parası, pulusu yok ki onun... Ağarahim’in sabrı hepten tükendi. Zaman geçti. Güneş bu evin avlusundan uzaklaşarak dağın tepesine

dikilmişti. Güneş. Az sonra diğer dağın arkasına çekilecekti.

Kadın kocaman, kütüğe benzeyen bacaklarını sürükleye sürükleye eve doğru gidiyordu. Galiba içini boşaltmıştı. Ne demek gerekiyorsa, misafire demişti. kalbini boşaltmışdı ne demek gerekiyorsa, demişti misafire. Artık gerisini misafir biliyordu, bir de onun Allah’ı...

Tüte tüte, horlaya, gürleye avluya bir “Moskiviç” girdi ve

Ağarahim’in yanında durdu. Binnet araçtan indi:

“Şükürler olsun, Ejder’i buldum”, dedi.

Ejder “Moskviç”in kapısını açarak bacaklarını salladı. Öylece

oturduğu yerde Ağrahim’e bakarak yüz yıllık arkadaşmış havasıyla

gülümsedi ve Ağarahim, Ejder’in ön tarafta toplam üç tane dişinin

olduğunu gördü: İkisi alta, biri üstte. Alnı kırışıktı, avurtları batıktı. Maviye benzeyen, baygın gözlerinde sinsi bir tebessüm vardı. O

da minyon olduğu için Binnet gibi onun da yaşını kestirmek imkansızdı. Binnet ona taraf koştu.

“E insene, be Allahsız!”

Ejder kapıdan tutarak kalktı. Ağzında buz varmış gibi dilini

zorlukla oynattı.

“Misafirimiz, hoş gelmiş.” Öne doğru yürüyerek Ağarahim’e el

uzattı:

“Sıkma canını kardeş, ben hemen....”

Burnuna votka kokusu geldiğinde Ağarahim neden Ejder’in

öyle konuştuğunu anladı.

Ejder:

“Oğlum, araç bu mu?”, diyerek “Cigulu” ye taraf yöneldi.

Binnet çocuğu arabadan indirdi, koltuğa dökülmüş cam kırıklarını temizledi.

Ejder bir elini beline koyarak dikkatlice “Ciguli”ye baktı. Ağarahim de onun “Moskviç”ine. “Moskviç” çürümüştü. Paslıydı.Ne

arka koltuk vardı, ne de kapıların camı; Muhtemelen yolda yürürken içeride “yeller esiyordu.” Ağarahim`in gözü Ejder’i kesmedi.

Onun iyi bir usta olmasına Ağarahim inanmadı. “Alpoud” adlı köyde becerikli bir usta olacağına inanmadı.

Ejder “Ciguli”nin darbe almış tarafına geçince dikkatlice arabayı gözden geçirdi daha sonra Binnet’e dönerek:

“Oğlum, o kadar da ciddi bir şey değil... Valla bak, şimdi bunun

canına okuyacağım.”, dedi ve çayırlıkta iki bacağını uzatarak oturdu. Dur bu sig.. sigaarayı içeyim... Bir “Aurora” yaktı.

Ağarahim arkasını Ejder’e çevirerek Binnet`ve fısıldadı:

“Bu galiba sarhoş.” Sanırım, keflidi bu.

“Bu salağın sarhoş olmadığı zamanı yok ki. Şarap fabrikasında işçilik yapıyor, hergün hergün içiyor. Aman e kadar içerse içsin

hep bilinci açık. Tezcanlı adam kaç kişinin işini az sürede yapar,

“yoruldum.” demez. Çok becerikli bu, çok. Sen merak etme, bir saate kalmaz yapar bitirir.”

Ejder sigarayı içine çekip dirseğine yaslandı. derin inhâlasyon

alıp çayırlığa dirseklendi.

“Lan!..Binnet! Bu benden mi bahsediyor yoksa? Doğru... sarhoşum... öyle mi? Oğlum, ben Ejder’im ya...Bir kova içerim.. ama...

kurşunu iğneneden geçiririm. Misafire söyle, yumruğunu göğsüne

vurdu, “Ben Ejder’im.” Binnet gülümsedi:

“Dedim yahu.”

“Haydi git, bir kova su getir, ciğerim yanıyor.”

Binnet su getirmeye gitti: Ejder parmağını diliyle ıslatarak sigaraya bastırdı. Sigarayı omuzu üzerinden atarak, direğine yaslanarak yerden kalktı.

“Kardeş, sen merak etme. Ejder’in olduğu yerde. Yepyeni yapacağım aracını... Yeniden doğmuş gibi... Binnet benim akrabam,

biliyor musun? Ne iş yapsam, tek kuruş almam... Akraba akrabadan para almaz... Para ne ki oğlum? Çenesini kaşıyarak “Ciguli”ye

baktı, Sonra kafasını çevirerek köyün çıkışındaki dağa baktı. “Şu

dağı görüyor musun?”, dedi. “Onun adı “Göyezen” Duydun mu?..

Ucunun nasıl dik olduğunu gördün mü? Mızrak gibi. Hep çıkayım

oraya diyorum zaman bulamıyorum bir türlü.

Binnet’in getirdiği suyu Ejder çenesine, göğsüne dokerik keyifle içti. Ağarahim dudaklarını yaladı, ama su istemeye utandı.

Ejder:

“Ya Allah!” diyerek ayağa kalktı. “Moskviç” in yük kısmından

paslı bir levye çıkardı. Sanki yıllarca dokunulmamıştı, yıllarca yağmurun altında, çamurun içinde kalmıştı. Tahta çekiç çıkardı. Dizlerini yere koyarak, kolu “Ciguli”nin ezilmiş kanadının altına düşürdü. Bir çekti, iki çekti,diğer taraftan tahta çekiçle bir vurdu, iki

vurdu ve ezik kanat kırılarak bir karış uzunluğunda delindi. Ejder

durdu.

“Peeh! N’oldu la buna?, dedi. “Lanet olası kâğıttan sanki... Niye

delindi bu yahu?”

Ağarahim sinirli sinirli Binnet’e baktı. Araç kaza yaptığında hiç

bu kadar üzülmemişti, kızmamıştı. Az daha ejder’in kolundan tutup oteye itecekti.

 Ejder kenara çekildi. Levyeyi, çekici yere attı.

“Oğlum, ellerim niye titredi benim? Binnet “sudan” biraz getir

bakayım.”

Binnet tekrar eve taraf koştu, Ejder de yeniden çayırlıkta oturdu.

“Düzelecek, sabırlı ol!”, dedi. O delinmiş yere aldırma. Yapacağım yepyeni olacak. Ben hep kocaman arabaları yaptım. Küçük araç

hiç yapmadım. “Moskiviç” filan... “Cigulu” ilk kez yapıyorum... Düşünme şimdi.... Ejder’in olduğu yerde keder de neyin nesi?”, dedi.

Bunları derken galiba Ağarahim’den çok kendisini teselli ediyordu.

Binnet bir elindeki ağzına kadar votka dolu kalın bardak, digger elindeki domatesi Ejder’e verdi. Ejder bardağı bir eline aldı, domatesiyse öteki eline. Dudakları titreyerek bardağa baktı.

“Elli iki yaşında. Otuz iki yıldır bununla arkadaşlık yapıyorum.

Lan ben şu ölümlü dünyada o “Göyezen”in tepesine çıka bilecek

miyim? İçimde kalır.. orda içmem lâzım.” Sonra gökyüzüne baktı: “Allahım, anam, babam sana kurban olsun affet Ejder’i. Zaten

Ejder’in suçu yok, biliyorsun. Olsa da, küçük günahlar, onları da

içmeyenlere yükle.

Ejder bardaktaki votkayı yarıya kadar içti, ağızını ekşiterek domatesi ısırdı, galiba çiğnemeden yuttu.

Binnet utandığı için Ağarahim’in yüzüne bakamıyordu. Ejder’i

övmüştü, Ejder’e güvenmişdi, meğerse, Ejder’in de becerdiği işler

varmış. Binnet içinden, Ejder’e güç diliyordu ki, Ejder de onu bu

belâdan kurtarsın.

Ağarahim’in Ejder’le uğraşmıyordu, kızgınlıkla Binnet’e bakıyordu. Bu nedir Allah’ım, beni kimlerle muhattap ettin?” Ejder

saten ceketinin önünü açarak, kemikleri çıkmış göğsünü kaşıdı.

Atleti bile yoktu. Kaburgaları gözüküyordu, karnı neredeyse beline

yapışmıştı.

“Ya Allah!”, diyerek Ejder ayağa kalktı.

Ağarahim, Ejder’in “Ciguli”ye yaklaşmaya cesaret etmediğini

gördü.

Ejder levye ile, çekici alarak:

“Başladık”, dedi., ama tam da başlayamadığı hissedildi.

Ağrahim onu bu belâdan kurtardı.

“Gerek yok.”

Sanki Ejder’in omuzundan birkaç yıldan beri tırmanmak istediği “Göyezen” dağı kadar yük kalkmıştı, ama o yine de oralı olmadı, şaşırmış gibi gözükmek istedi.

“Neden kardeş? Bırak da yapalım.”

Ağarahim öfkesini bastıramadı.

“Beceremediğin işi neden üstleniyorsun?, dedi. Arabayı daha

mahvettin. Binnet’e döndü: “Kocaman adamsın! Adam ol biraz!

Zamanımı niye alıyorsun sen burda? Sana kötülük mü yapmamı

istiyorsun?. Kötülük yapmaya da gücüm var!” Binnet mahzun

mahzun bakan büyücek gözlerini dikerek öylece kaldı.

“Kötülük niye kurban olduğum? Hataydı oldu işte. Kardeşime

haber gönderdim. Gelsin de bakalım napıyoruz.”

“Yarın Bakü’de olmam gerek. Anlıyor musun?”

“Ustaya ısınamadıysan götür Bakü’de yaptır maliyeti neyse ordan burdan bulur da veririm.

Ağarahim arabanın ne kadar masrafının olacağını bilmiyordu.

Fiyat söylemekten korkuyordu. Ya dediği ücret yetmezse?”

Ama dedi:

“Bin manat!” Ağarahim Binnet’in yüzüne bakmadı, şeklinin

şemalinin ne hâle geldiğini bilemedi.

Ejder levyeyi, çekici yere attı.

“İnsaf yahu, bin manat ta ne?

“Ya ne sandın? Yepyeni araba, daha dört ay bile olmadı aldığım.”

Ejder kafasını salladı.

“Oğlum, Allah korkun yok mu senin? O kadar parayı sokaktan

mı buluyoruz?”

Söz Ağarahim’in ağzından çıkmıştı, o kadar. Pazarlık yapacak

hâli yoktu.

Son kararını dedi:

“Bin manat!”

Ejder saten ceketinin önünü ilikleyerek balkona çıktı. Karyolanın üzerinde şişman kadınln yanında oturarak ellerini uzata uzata,

jestle konuşmaya başladı.

Binnet başını eğmiş Ağarahim’in önünde donmuş tavuk gibi

duruyordu, pöfürdeterek sigara içiyordu.Bir süre sonra kafasını

kaldırarak korka korka sordu:

“Amca, anlaşalım mı?

Ağarahim pazarlığa son vermek için sesini yükseltti:

“Son kez!”

Avluya kısa boylu, kilolu, al yanaklı bir adam girdi. Saçı sıfır tıraştı. Kollarını Binnet’e zerre kadar da benzemese bile, Ağarahim’in

içine Binnet’in Efendi dedikleri kardeşi bu olduğu hissi doğdu.

“Hoş geldin, yavrum”, diyerek adam Ağarahim’in yumuşak

elini taş gibi katı, sert elinin içinde sıktı. “Niye burda ayakta duruyorsun?” Balkona dönerek: Anne, misafire böuyle mi hizmet ediyorlar?! Sofranız, yiyecek, içecek nerde?!” Adam ağarahim’in elini

bırakarak balkona taraf giti. Ejder kafasını sallayarak Efendi’ye

bir şeyler söyledi. Kadın elini dizine çırparak üzüldüğünde galiba

Efendi sinirlendi.

“Allah’ını severseniz acgözlülük yapmayın, birileri ölmedi ya!”, dedi.

“Balkondakı masayı tek başına kucağına alarak avluya indirdi.

Çabuk olun, açlıktan geberdik vallahi. Lan, bu gelin nerde?”

Gelin koşarak içeriden çıktı.

Gelin içeriden koşarak çıktı. Efendi onu görünce yumruğunu

masanın kenarına vurdu. Gelin tekrar geri döndü. O an Ağarahim,

bu evde Efendi’ye saygının olduğunu, onun bir dediğini iki etmediklerini, sözünü dinlediklerini anladı.Gelin bembeyaz sofra getirip masanın üzerine serdi.

Efendi Ağarahim’i çağırdı:

“Yavrum, gel buraya. Bakıyorum da bunlar bugün sana bayağı

bir çektirmişler. Deminden beri sessizce duran Binnet’e dönerek:

“Git Ejder’in sazını getir de birazcık çalsın, dinleyelim.”, dedi.

Balkon önce soğuktu. Güneş semt değiştirmişti.... sıcak değildi...

Ağarahim çay içerek düşündü ki, iyi ki, Efendi geldi. Efendi’nin

gelişiyle Ağarahimin’in tedirginliği geçmişti. İçinde nedenini kendisinin de anlamadığı bir güven, umut oluşmuştu. Arada Efendi’nin

kan daman yanaklarına, kalın kaşlarına, çatlamış kalın parmaklarına dikkat ediyordu ve böyle insanın dağı bile dağ üzerine koya

bileceğine, vicdanına, adil davranacağına, dar gün dostu olacağına

inanıyordu. Efendi’nin gözleri parlıyordu ve Ağarahim’in kalbini

ışıkla, umutla dolduran da, galiba, bu nurdu. “Kaç yıldır çiftlikte

traktörcülük yapıyor, yani bunun evinde bin manatı da mı yok?”

Binnet sazı masanın kenarına dayamıştı, deminden beri ağzından bir tek kelime bile çıkmamıştı. Konuşan Ejder’le Efendi idi.

Birçok konudan bahsettiler-ölenden, kalandan-sadece “Ciguli”

kazası dışında, her şeyden konuştular, “Bin lira konusundan hiç

bahsetmiyorlardı.

Gelin masaya derin tepside piliç kavurması, bir dolu sürahi de

kırmızı şarap getirip koydu, bir şişe de votka. Sofrayı düzene soktuktan sonra hayâlet gibi kayboldu.

Efendi bardaklara şarap koymaya başladı.

“Kardeş, sen bir şey yedin mi bugün?, dedin.

 “Geber e mi, içmekten bir hâl oldun, geberip gideceksin, muradına bile ermeden. Yükün de bize kalacak. Cesedini Göyezen’e

kaldırmak var, mezarına da bir bir kova şarap dökeriz artık. Ejder

ellerini birbirine çarptı.

“Hey, kuraban olduğum, şayet senden önce ölürsem dediğin

gibi yap.”

Efendi bardağını kaldırdı.

“Şunu da içelim, misafir kardeşin şerefine! Hep varolsun! Bardaktaki şarabı üç dört yudumda içip bitiridi.

Efendi kafa işareti yaparak izin verdikten sonra Binnet bardağı

aldı. İçti, ama sonrasında ağzına bir şey koymadı.

Ağarahim açtı, fakat sanki boğazı kapanmışt, lokmasını bile

güçlükle yutuyordu. Efendi’nin ne zaman konuyu açarak, “Rahat

ol, yemeğini ye, parayı düşünme, bin manat ne ki, bak cebimde.”,

demesini bekliyordu. Ama Efendi bir turlu bu konuyu açmıyor,

misafirin kim olduğunu nerden gelip nereye gittiğini sormuyordu.

Ay doğmuştu. Balkondaki lambaya gerek yoktu. Ay ışığında

her şey net gözüküyordu.

Binnet sık sık kalkarak evin arka tarafına geçiyordu. Ağarahim

ilk önce Binnet’in lavaboya gittiğini düşündü. Fakat sonra, evin diğer tarafından yükselen dumandan Binnet’in kardeşinin yanında

sigara içmekten çekindiğini fark etti.

Ejder sazı kalıbından çıkararak göğsüne bastırdı. Başını sazın

tahtasına koyarak gözlerini kapattı...

Ağarahim saz müziklerini pek sevmezdi, yıllarca duymasa

bile aklına gelmezdi. Ama şimdi Ejder’in şevkle çalısı onu hayrete düşürmüştü. Sözün bu kladar içten, sızlayarak bir şeyler anlata

bileceğine inanmıyordu. İçmekten avurtları çökmüş, bir deri, bir

kemik kalan bu adamın simlerden bu kadar muhteşem ses ürete

bileceğine inanmıyordu. Nedense, Ağarahim’in aklına kızı Pervane geldi. İçini merhamet kapladı.

Ağarahim’in gözleri Ejder’in parmaklarındaydı, Binnet’in de

gözleri Ağarahim’in yüzünde. Şimdiye Ağarahim’e iyi bakmamıştı, şimdi bakıyordu. Baktığında,, Ağarahim’in tertemiz tras edilmiş yüzünün ne kadar şefaf olduğunu gördü. O kadar şeffaftı ki,

sanki yıllar yılı güneşe çıkmamıştı.Ağarahim’in saçları simsiyahtı,

yoğundu, dalğa dalgaydı. Gözleri elaydı. Kadın gözleri kadar güzeldi. Omuzları genişti, uzunboyluydu; parçalasalar ondan üç tane

Binnet çıkardı.Üzerindeki gömlüğin kolalı boynuna bakınca, hayatıda bu ladar güzel ütülü, kolalı gömlek giymediğini düşündü.

Ağarahim yakışıklıydı. Binnet içinde Allahv bu kadar yakışıklı aamın içinin de yüzü kadar güzel olup olmadığını sordu. Acaba, bu

yakışıklı adam onun parasına muhtaç mıydı? Yani, bu adam onun

yüzünden mi yolundan kalmıştı? Kendi kendine:” Yarabb, bundaki

yakışıklılık bende olsaydı keşke, yüz tane arabam olsaydı, yüzünü

de çarparak parça parça etseydim, gıkım bile çıkmazdı. Bu şehirli

kuzusunun içinde insaf denen şey yok muydu? Ben ona bin manat

zarar vermedim ki, neden “bin manat” diye tutturdu ki.” Ejder başını kaldırdı, ama gözlerini açmadı.

“Efendi, kurban olduğum sen bir dinle hele, bu şarkı “Göyezen

Güzelleşmesi”dir, kendim yaptım”, dedi ve yeniden çalmaya başladı. Birkaç mızrap vurduktan sonra durdu. Sazı kalıbına sokarken:

Yahu felek, ben şu Göyezen’e ne zaman çıkacağım?”, dedi.

 Hiç kimse konuşmuyordu.Zaten sofrada konu da uymuyordu.

Ejder bardağının dibinde kalmış şarabı da bir çırpıda yutarak ağzını şapırdattı.

“Oğlum, Efendi, şu bin manatı nerden bulacaksın yahu?”

Efendi ona kızdı:

“Sus yahu! Ülkeyi dert almadı ya. Ölümden baska her şeye

çare var. Yeter ki, sağlık olsun, geride kalan her şey düzelir.” Elini

sıfır kesilmiş saçlarında gezdirip çektikten sonra gülümsedi.

“Oğlum, Ejder senin araç kaça gider?”

 Ejder omuz attı.

“Bir de şuna araç mı diyorsun, yahu? Köpeği bağlasan bunun

içinde barınmaz, durmaz da ben oturuyorum.” Baygın bayğın bakan gözlerini Efendi’nin biraz da kızarmış yüzüne dikti.

 “Sen de hele, nereden bulacaksın bin manatı?”

Ağarahim titremeğe başladı, sanki onu çırılçıplak soymuş, bakıyorlardı. Keşke susalardı, keşke bu konuyu onun yanında tartışmasalardı. Konuşacak baska konu yok muydu sanki?

Ejder coşmuştu.

“Yahu, Binnet’in evindekileri çıkarp satsan bin manat çıkmaz.

Bin manat, az da para değil ki?”

Efendi de coştu.

“Ağzımı açtırma benim! Binnet’in bir ineği var, iki danası var!

Benim de evimde hâlı filan var! Binnet’in bir ablası var ki, kaç erkeğe bedel. Muhtemelen o da yardım eder. Elimizde ne var çıkarıp

satarız. Ancak misafir kardeşin biraz beklemesi lâzım.Ağarahim

içinde: “Beklerim. Sabah erkenden Enstitüye acil telgraf çekerim.

Gecikeceğim hakkında bilgileri olur”, dedi. Ejder Binnet’i dürttü:

“O zaman anneye söyle peynirli hingal (mantı tarzı

yemek:Çevirmen) yapsın. Sabah erkenden kalkıp yeriz.” Bakışlarını Ağarahim’in yüzüne dikerek: “ Peynirli mantı yedin mi, yavrum

dedi?”

Ağarahim kısık sesle:

“Borçalı’da yemiştim”, dedi.

Ejder kafasını salladı.

“Yeryüzünde ... Gazah hingalının bir eşi daha yok. Ama bir şartla; yanında kızılcık votkası olmalı... Ben gidiyorum, çoluk çocuk

babalarını görsün. Babaları öldü falan sanmasınlar...” Yumruğunu

göğsüne vurdu. Ben Ejder’im.... Bana Ejder derler! O Göyezen’in

tepesine... Efendi! Dedednin mezarına yemin olsun ki, emekleye

emekleye bile olsa çıkacağım oraya!” Ejder avludan çıktıktan sonra

sesi yoldan geldi:

“Ben Ejder’im, Ejder’im.. Ejderrrrrrrrrr!”

Efendi, Ağarahim’in kolundan tutarak kenara çekti.

“Kardeş, uzan, rahat uyu. Nasıl dediysen öyle de olacak.

Ağarahim:

“Bana kızmayın... Siz bilirsiniz de.. Yepyeni araba.. kızmayın...”,

dedi.

“Niye kızalım, yahu? Asıl sen bize kızma. Sen bizim yüzümüzden... İçin ferah olsun... Sabah hingal de yedirteceğiz, parası da bizden. Haydi sağlıcakla kal, yavrum. Hayırlı geceler. Ben gideyim.”

Ağarahim’in isteği üzerine onun yatağını dışarıda yaptılar.

Odadan çelik yatak çıkartıp, armut ağacının dibine koydular. Gelin, yorgan döşeği düzene sokarak uzaklaştı.

AZERBAYCAN HİKÂYE ANTOLOJİSİ 59

Ağarahim yatağa elbiseleriyle uzandı, ayakkabılarını bile çıkarmadı. Bitkin, yorgun olduğunu, tüm canının sızıldadığını şimdi hissetti. Beyni de ağırlaşmıştı, ama uykusu gelmiyordu. Başka

zaman olsaydı Ağarzhim belki de dışarıda, ağaçların altında uyumanın tadını çıkarırdı, şimdi gözlerini berrak gökyüzünde dolaşan

yıldızlara dikerek kulaklarındaki uğultuyu dinliyordu.

Kocaman köyde sessizlik hakimdi, sanki köy derin bir kuyunun dibine gömülmüştü. Ahırın önünde hayvanlar bazen kuyruklarıyla bellerini şapırtmasa, Ağrahim etrafta ins cins olmadığnı sanırdı.Köyde değil, ıssız bir çölde olduğunu sanırdı. Anırdı ki, ıssız

bir çölde kalacak, sabah olmayacak, güneş te doğmayacak. Ağarahim de burda aynen böyle uzanarak kalacak, altın gibi parlayan,

şu yaldızlı yıldızların altından çıkamayacak. Ağarahim iç çekerek

diğer tarafa dönerek uzandı. Bahçede ibibik öttü, diğeri de öteki

taraftan onun sesine ses verdi. Ağarahim yatağının içinde doğrularak kuşların yarışını dinledi. Sonra doğrularak balkona taraf bakındı. Şişman kadın orda- tahta yatakta uyuyordu. Yorganı da başına kadar çekmişti... Ağarahim gecenin sakinliğine zıt mırıldamaya

benzer bir ses duydu. Bu kuş sesi değildi. Bahçeden de gelmiyordu.

Balkondan geliyordu.Ağarahim’in kulakları sükutu da duyabilecek

derecede gerildi. Birisi ağlıyordu. Hıçkırığını içinde tutuyormuş

gibi, için için ağlıyordu. İhtiyar kadın kıpırdamıyor, olduğu gibi,

taş gibi yerinde yatıyordu. Ama Ağrahim onun ağladığını varsaydı. Acaba, neden ağllıyordu ki?... Sabah Binnet ineği de, mandaları

da pazara götürecek, Efendi evindeki hâlıları satmaya götürecek,

kim bilir ucuza filan da satacaklardı. İhtiyar kadın bu yüzden mi

ağlıyordu acaba? Belki de ağlamıyordu. Ağarahim’e öyle geliyordu.

Ağarahim tekrar sesi dinlemeye koyuldu. Evet, vallahi de ağlıyordu, billahi de ağlıyordu. Bakkk, kıpırdadı... artık ağlamıyor... duvara taraf döndü... tekrar ağlamaya başladı...

Ağarahim şimdi bu avluda, bu evde, kıvırcık saçlı kızdan baska kimsenin uyumadığını düşündü.Belki de, kapısı kapalı o odada

Binnet’le güzel karısı da sırt üstü uzansalar da düşünmekten gözlerine uyku girmiyordu. Kim bilir gözlerini tavana dikmiş öylece

bakıyorlardır. Bakıyor ve susuyorlardır.Binnet sigaraları ardarda

içiyor, güzel karısı da ağlıyordur. Olgunlaşmış kiraza benzeyen dudaklarını ısırarak içinde Ağarahim’e beddua, lanet yağdırıyordur.

60 AZERBAYCAN HİKÂYE ANTOLOJİSİ

Belki de içinden: “İnşallah, karın ölü çocuk doğurur.”, diyordur.

Ağarahim bir an korktu. Sanki, gökyüzündeki yıldızlar kızıl

taslara dönüşerek onun tepesine yağıyordu. Ağarahim içinde dayanılmaz bir acı hissetti. Ömründe ilkkez kardeşine danışmadan

bir şey yapmak istedi. Korktu. Sanki gökteki yıldızlar kırmızı taşlara dönüp Ağarahimin tepesine döküldü. Ağarahim canında, içinde

dayanılmaz bir acı duydu. Ömründe ilk kez kardeşine danışmadan

bir şey yapmak istedi. Ağarahim içindeki heyecanla yavaşca yataktan kalkarak “Ciguli”ye taraf gitti...

“Ciguli”evin önüde yavaş yavaş yol aldığında ihtiyar kadın yatağından sıççrayarak oturdu. Ağarahim onun gözlerinin şaşkınlıktan büyüdüğünü gördü...

Ayın beyaz ışığında yolun çukurları da görünüyordu. Gökyüzüne yavaş yavaş beyaza benzeyen şafak sökmeğe başlamıştı.Sabahın nemli havasında “Ciguli”nin camları ıslaktı. Kırık camdan

hızla içeriye dolan ayaz Ağarahim’in yüzünü kasıyor,içine garip bir

ürperti dolduruyordu.

Kanatlı aya benzeyen gümüş uçak anıtının yanına - aracın

kaza yaptığı yere varınca Ağarahim saatine baktı. Dörttü. Sonra

Ağarahim’in koltuktaki bir şey Ağarahim’in gözüne değdi. Alıp

baktı: kıvırcık saçlı kızın komik oyuncak bebeğiydi. Ağarahim gülümseyerek: “Bu da benim muskam.”, dedi ve deminden beri onu

kıvrındıran huzursuzluğun biranda kaybolup gittiğini fark etti.

Ağarahim teybin ağzındaki kasedi parmağıyla içeri itti.