Biz artık büyüdük

TAKİP ET

Azerbaycanlı genç yazar Mevlud Mevlud'un eserini Azerbaycan Devlet Tercüme Merkezi'nden Senan Nagi İstanbul Türkçesine uyarladı. İşte bir solukta okuyacağınız o eser

Aynı hizada bulunan üç okulu diyorum: 58, 36, 47 no-lu. Okul binaları arasında futbol sahası vardı. Şuralar çocukluğumun geçtiği yerler.

Özellikle yaz ayları – gün uzandığı zaman. Akşam oldu mu bizden büyük olanlar bizi sahadan kovuyorlardı. Bu yüzden sıcak öğlen güneşi altında oynamaya mecburduk. Akşama kalınca oyundan doyamazdık. Oyunun en tatlı anında geliyor, önce topumuza, itiraz ettik mi arkamıza bir tekme vurarak sahadan kovuyorlardı.

Evimiz yolun diyer tarafında bulunuyordu.  Daha son lokmasını yutmadan stadyumun kenarına oturdum. Ortası da ola bilirdi. Fakat kötü oynadığımdan çocuklar beni yakın bırakmıyorlardı.

Öğlen bitimi akşama doğru okul bahçesine gitmişdim. Abiler daha yoktu. Çocuklardan da kimseyi göremiyordum. Birazcık yürüdükten, pencerelere taş atıp yorulduktan sonra eve dönmek istedim. İki üç  adım atmıştım ki,  okul arkasından bağırtı, feryat, küfür, beddua sesleri yükseldi. Yutkunarak ses tarafa gittim. Önce şaka zannettim. Sonra düşündüm ki, bu kavgadır, yine hallavarlılar, bir-birini katlediyor. Arka sokak hallavarlılar mahallesiydi. Hep küfürler yağdırır  kavga çıkarıyorlardı. Erkeklerin bıçak çıkardığı, kadınların bir-birinin saçını yolduğu, gençlerin tutuşarak yerlerde süründüyü, küçüklerin bir-birine tükürdüğü böyle kavgaları çok görmüşüz. Bunların bu kanlı hengamesinden polisler bile bıkmıştı.

…Ne oyun gibi bir oyun idi, ne kavga gibi bir kavgaydı. Suliddinle Ramalı hemen tanıdım – arka mahallenin en kansız çocukları. Okul arkası fakir evlerin birinde oturan temizlikçi kadının torunlarına işkence yapıyorlardı. Giysisinden ve dökülen dişlerinden çok fakir olduğu anlaşılıyordu. O her zaman torunları ile birlikte oluyordu. Mağazaya birlikte gider, bazardan birge dönerlerdi. Biz dersten acele eve döndüyümüzde onlar okul bahçesini süpüren ninelerinin yanına koşarlardı.  Annem bir kaç defa benim yanımda kadına para vermişti.

Babaları savaşda öldükten sonra anneleri tımaraneye yatırılmış. Torunları büyükanne yüklenmiş. Okul hocaları ise bu konuyu farklı anlatıyorlardı: “Babaları şehit düştü, anneleri hastanede tedavi görüyor, çocuklar şimdilik büyükanneleriyle oturuyorlar”.

İhtimal ki, Suliddin “himaye” kelimesinin anlamını bilmiyordu, zira biliyor olsaydı o çocuğun boğazını öyle acımasızca sıkmazdı. Suliddin küçük torunu boğuyordu, Ramal büyük torunu. Nine onların arasında çaresiz kalmıştı. Suliddine taraf koşarken Ramal büyük torunu bağırtıyor, Ramala taraf yürüdükte Suliddin küçük torunu yerlerde sürüyordu. Torunlarını bu iki ezrayilin pençesinden kurtaran olsaydı, belki de nine zayıf kalbinin yüklendiği çileler altında rahatça mahvolup giderdi.

Öfke ve korku hislerinden başım dönüyordu. Suçsuz olan bu yavruları Suliddin’in elinden almak gerektiğini biliyordum. Fakat çok korkuyordum. Ben yaşta çocukları bıçakla korkutarak okul arkasına götürerek zarladıklarını duymuştum. Geriye doğru çekilerek stadyum yanındaki yarım kalan inşaatın arkasına gizlendim. Çocukların ağlamaktan, bağırmaktan sesleri kısılmıştı. Nine bağırıp-çağırıyor, tehdit ediyor, sonunda çaresiz kalarak beddua ediyordu.

Vallahi ben onların bir suçlarının olmasını istiyordum. Keşke, kadın Suliddinlerin yumurtasını çalsaydı, torunlar onların tavuklarını çaldığı yerde yakalansaydı, hiç olmazsa torunları Suliddinlerin itine taş atmış olsaydı. Bu mezalimin bir nedeni olmalıydı.

O zaman bu olay bana o kadar koymazdı “Suçları var, cezalarını çeksinler” derdim.

Fakat Suliddinle Ramal gülüyordu. Ben güle-güle ceza veren ilk görüyordum. Nine onların arasında çabalarken bir defa yere düştü. Fakat çabuk kalktı. O böyle bir hengamede bile elindeki torbanı (içinde bir kaç patates vardı) asla yere koymadı.

Kadın yere düştüğü zaman içimde bir umut yeşerdi. Dedim, belki acırlar çocukları serbest bırakırlar. Tam tersi oldu. Daha da yüksekten gülüyor, çocukların canını daha çok yakmaya başladılar.

Ramal sol eliyle torunun boynundan yakalayarak, sağla pantalonunun önünü açtı. Kadın elindeki torbanı yüzüne tuttu, yüzünü yana çevirerek tükürdü. Torun bağırdığı zaman nine deli gibi üzerine yürüdü. Ramal çocuğu geri sürüyerek çatallı bir sesle güldü. Onun sesi okul pencerelerine çarparak geri yankılandı: “Bunun başını ....ala bilir misin? Ha-ha-ha!”

Kadın bağırmaktan kısılmış sesiyle çaresiz inledi:

Ramal, Ramal annen kanını yalasın, emi!

Suliddin yüksek sesle, alaycı tavırla güldü. Okul çatısındaki kuşlar sesin etkisinden uçuştular. Korkudan titremeye başladım. Artık şurada bulunamazdım, hemen tüydüm.

Gördüklerimi bir kaç güne unuttum. Yine önceki gibi hevesle stadyuma gitmeye başladım. Sonra dersler başladı, havalar soyudu, akşam hava çabuk karardığından artık eve erken dönmeye başladık. Boş stadyumun bir tek misafiri sonbahar yağmurları idi.

Okul zamanlarıydı. Son dersin zili çalındı. Koşarak, itişerek kapıdan çıkmaya, evimize dönmeye acele ediyorduk. Kapı önünde torunların birini gördüm.

Bilmedim sevineyim, yoksa utanayım. Fakat yine de onu gördüyüme sevindim. Bu halim bana ilginç geldi. Ölmeyekeklerdi ki? Suliddinler onları yiyecek miydi? Şunları düşündükce yüreyimde Suliddine, Ramala bir sempati duydum.

Nineni, çocukları serbest bıraktıkları için onlara teşekkür etmek istiyordum. Aniden çocuğun yüzündeki ben gözüme ilişti. Bana öyle geldi ki, bu ben çocuğun göz yaşıdır, o gün yanaklarında donmuş benleşmiştir. Sınıf arkadaşım arkadan beni itti. Kapıdan çıkarken gözüm torunu arıyordu, bulamadım. O kalabalık içinde gözden kaybolmuştu.

Artık büyümüşdük, çok zaman geçmişti. Şimdi ne Suliddin, nedeki Ramal gibilerini takıyorduk. Korkulacak tarafları da kalmamıştı zaten, genç yaşta ihtiyara benziyorlardı. Dişleri dökülmüş, belleri bükülmüştü. İkisi de mapus yatmıştı. İşsiz, güçsüz sefiller gibi önüne gelenden sigara dileniyorlardı.

Mahalle çayhanesindeyiz. Bir kaç arkadaşla oturmuşuz.  Suliddin önce sigara için bize yaklaştı, “gel otur” dememize pişman olduk. Sandalyeye oturarak çayçıya seslendi:

“Bardak verir misin?! Bir hayli muhabbet ettik. Neler konuştuk neler. Sülü – biz artık Suliddini  böyle çağıra biliyorduk- önce pahalı sigarlardan içti, sonra “öskürtüyor” diyerek ucuzlardan içmeye başladı.  Biz muhabbetten doyduk o sigaradan doymadı.

Gece yaklaştıkça önce evlileri, sonra bekarları telefonla aradılar. Artık gitmek gerekiyordu. Her ne kadar eskileri hatırlatmamak için kendimi tutsam bile sonunda duramadım Suliddine o zamanki olayı sordum. O kadına, çocuklara yaptıkları mezalime ufak bir neden bulsaydım baya sakinleşecektim. Suliddin hiçbir şey hatırlamadı. Önce inanmadım. Nasıl olur insan böyle bir iş yapsın, sonra unutsun.

O gün olanların hepsini ona anlattım belki hatırlaya olanları.  Kadının elindeki torbaya kadar anlattım. Torbanı hatırlatmam Suliddini güldürdü. Ne kadar çalıştı hiçbir şey hatırlaya bilmedi. Donuk gözlerle dilsiz-ağızsız hayvan misali masum masum bakakaldı. Çocuklardan birisi yerinden ona söz attı:

Ah yavrum Sülü, bu Sülücük mü? O zamanlar bunlar yüzünden sokağa çıkamazdık. Her zaman ot arıyorlardı. Belki biraz kafa bulup sonra yeni eylence peşine koşmuşlar. Suliddin bu alaylı gülüşler altında ezildi. Ona acıdım, kalbim sızladı. Bu aynı acı idi- kadın için, torunlar için duyduğum. Bu halim bana çok ilginç geldi. Ona acıdığım için kendi kendime kızdım. Suliddin’in anlamsız bakışları susmama neden oldu, artık ondan bir şey soramadım bile.

Biz çayçıdan çıktığımız zaman hava kararmıştı. Arkadaşlarla vedalaşarak evimize yol aldık. Gece eve gidiyorum sokaktan  bir tek benim ayak seslerim  geliyor. “Sonbahar gelmiş, günler daha kısalmış – diye düşündüm – artık hava biraz daha çabuk kararacak, futbol oynayanlar okul bahçesini eskisi gibi ziyaret etmeyecek. Stadyum sonbahar yağmurlarından başka bir misafiri olmayacak artık”.

Bilmiyorum neden bunları düşünmek beni bu kadar üzüyordu?